Fantastik bombastik rüyalar görmeye devam ediyordum. Hem akuşon (aksiyon) hem de gor gor (gore) sularında gezinen rüyalarımın gerçeğe yönelik hiçbir açıklaması olmadığını biliyordum. Gün içerisinde konuştuğum bir konu, üzerimdeki bir takı, vücudumdaki bitmek tükenmek bilmeyen ağrılar ve daha nicesi, bilinçaltımın karanlık dehlizlerine doğru aniden yığılıyor, gün yüzüne çıkmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı. Çoğu rüyam, tıpkı bu sabahki gibi birkaç günlük bir bilinçaltı tortusunun izi olarak tezahür ediyordu. Adeta gün içinde yaşadıklarımın sinematik bir versiyonu gibi geceleri tekrar eden seanslar halinde dönüp duruyordu. O gün tüm gün boyunca ağrıyan sol ayağımla yatağa girdiğimde, gizli bir karargahta ajanlık yapacağım aklıma gelemezdi elbette. Yüksek katlı yapıların merdivenlerinden bilmediğim yerlere çaktırmadan girmeye çalışıyor, bir aşağı bir yukarı telef oluyordum. Sonra bekleme salonunda aslında tanıdığım ama birbirimizi tanımamazlıktan geldiğimiz bir grup insanla sıralanmış otururken, ayağımın ağrısı öyle şiddetleniyordu ki, hafifçe hareket ettirmemle birlikte ayağım kesitine ikiye ayrılı vermişti. Sandalyeden kalkma isteğiyle dolan içimi bir türlü bastıramazken, hep bir şeyleri düşüreceğim korkusu tüm benliğimi sarmıştı. Ve işte o an sandalyeden kalkmamla ayağımın sağ tarafındaki koyu kırmızı yumruk büyüklüğündeki organ yere düşüverdi. Bir hışımla koşmaya başlamıştım. Gideceğim yeri biliyordum ama her zaman yaptığım gibi yol ayrımında yanlış sokağa girmiş ve yokuşun başındaki bir binanın tepe noktasındaki korkuluğundan aşağı doğru sarkmış idim. Ve heyhat! Geri dönmeye çalışırken ayağımdan dökülen tüm organlarım vücudumun hafiflemesine, bilhassa uykunun, o ölümle bir ağırlığından sıyrılarak ayılmama neden olmuş idi...