31.8.09

VURKAÇ / RUN AND KILL

Madem uyuşturucunun kötülüğüne dair bir filmle başladık, Yeşilay’ın blogger şubesi misyonumu gözünüze sokma açısından, içkinin kötülüğüne vurgu yapan bir filmle devam edelim. İçki tüm kötülüklerin anasıysa, Hin Sing ‘Billy’ Tang çıbanbaşıdır demek istiyorum sevgili seyirciler. 1993’te Yeşilay için kısa metrajlı bir film çekmek üzere anlaşan Tang, parasını alamamış olacak ki bu kısa filmden, uzunca bir gereksiz intikam filmi çıkarmayı başarmış gibi görünüyor. Evet biraz fazla sallamış olabilirim. Lakin büyüklük sizde kalsın. Ben geçeyim konuya;


Dünya tatlısı şişmanlıktaki-bilirsiniz işte, yanağından makas alma hissi uyandıran bir şişmanlıktan bahsediyorum, kaldı ki kısa süre içinde benim için de sıraya girmeniz işten bile değil- Bay Ng, ön alt dişlerinin yokluğuna bakılırsa 7-8 yaşlarında olduğu farkedilebilecek kızına karşı sonsuz bir şefkat ve sevecenlikle dolup taşmaktadır.
Kendisine nazaran, pek de iyi bir anne ve ev kadını olmadığı görülen karısının tüm vurdumduymazlığına ses çıkarmazken, sabahları kızını horoz sesi çıkararak kaldırmakta, milk shake’ine kadar kahvaltısını hazırlayıp, üstelik bir de okula kadar kucağında taşımaktadır. Bir nakliyat şirketi işleten Bay Ng’nin kazancı fevkalade olmamakla birlikte, çok kötü de değildir. Lakin, tüm kazandığı parayı, kılıbık formatında karısının eline saymaktadır. Böyle karı olmaz olsun seyirci. Zira Bay Ng’yi alenen aldatmaktan çekinmez. Üstüme iyilik sağlık! Üstelik Bay Ng’de, karısının kendini aldatmasından saftirikler gibi kendini sorumlu tutar ya, pes doğrusu.
İşte günlerden bir gün, karısının yine kendini aldattığına şahit olan Bay Ng, soluğu kadını terketmekte alması gerekirken, bir barda alıverir. Soluğu bıraktığı nokta ise birazdan değineceğim gibi geri dönülemez olaylar zincirinin başlangıç noktasıdır. x2 geri sarıyorum: Bay Ng, iyice sarhoş olmuş vaziyette, içki ardına içki yuvarlarken-Tööbe Tööbe ramazan ramazan- yanına geveze bir kadın oturur.
Sohbet esnasında Bay Ng’nin karısının durumunu öğrenen bu abla, ‘Sen de pek rahatmışsın be adam, ben olsam şimdiye öldürmüştüm o karıyı” der. İçkinin kontrolden çıkardığı bu sohbet sonucunda, kadın, Bay Ng ile, karısını öldürmek için kiralık katil tutması konusunda anlaşır. Bay Ng’yi zilzurna sarhoş halde bulan kiralık katil, son kez Bay Ng’ye ne istediğini sorduğu vakit, ‘karımın ölmesini istiyorum’ sözünü duyup, durumu teyit edince, haydi hep beraber şenliğe gidelim arkadaşlar. Aslında bu tamamen kantoncanın türkçe kadar açık bir dil olmamasından kaynaklanan bir yanlış anlamadır. Zira zilzurna Bay Ng “Karımın ölesiye....ölesiye....ölesiye....sarhoş olmasını “ istiyorum gibi anlamsız birşey demeye çalışırken, altyazıdan anladığım kadarıyla ‘ölesiye sarhoş’ ile ‘ölü’ kelimelerinin ingilizcede ‘dead drunk’ ve ‘dead’e karşılık gelmesinin sıkıntısını yaşamıştır. “E, sen kantonca dememiş miydin? İngilizce ne ayak?” diyen var ise aranızda, onu Allah’a havale ediyorum. Ahanda benden bu kadar.

Hatırlamadığı ölüm emri gerçekleşip de, kiralık katil, hakkı olan para için Bay Ng’yi bulduğunda, Bay Ng elbette adamın suratına boş boş bakacaktır. Lakin kiralık katil ve bağlı bulunduğu çete-ki lideri çok sevdiğim yüce insan Johnny Wang Lung-Wei’dir- Bay Ng’nin yakasını bırakmayacak, istedikleri parayı sürekli katlayacaklardır.
Bundan sonra filmin adında geçen ‘RUN’ hadisesine başvurarak, sayfiyedeki(?) evine kapağı atan Bay Ng, burada da başka bir çeteye karışacak ve filmin asıl psikopat ve bu defa gerçekten sinir bozucu öğesiyle seyirciyi de tanıştıracaktır. Vietnam savaşı gazisi olmuş Simon Yam tarafından canlandırılan Ching Fung, onun kardeşi ve çete lideri tarafından bir anlamda himaye altına alınacaktır, tâ ki Ching Fung’un kardeşi, Bay Ng yüzünden kiralık katil çetesi tarafından işkence görüp öldürülene değin.


Daha önce çarşafla kaçış görmüştüm ama hiç böylesini görmemiştim. Çarşafın altında Ching Fung ve rehineleri Bay Ng ile kızı
Kardeşini kaybeden ve Vietnam Savaşından akıl sağlığı pek de yerinde olmayarak çıkan Ching Fung, tüm öfkesini Bay Ng’ye yöneltecek ve göze göz, dişe diş hesabıyla Bay Ng’nin hayattaki tek ailesi, annesi ve küçük kızını ortadan kaldırmaya odaklanacaktır.

Klasik Billy Tang kamera açısı

Sevdiğimiz aksiyon sahnelerinden biri daha; herkesin birbirine silah çektiği o an!


Görüldüğü gibi, içkinin yanlış anlamalara nasıl sebebiyet verdiğinin aynası konumundaki filmin ana temasını bayağı bir çarpıtmış da olsam bunun tek nedeni filmin tek bir sahnesindeki şiddet öğesidir. Şimdiye kadar farketmişsinizdir ya, kimseye alenen tavsiyede bulunmayı pek sevmem. Lakin bu film için bir tavsiyem var, lütfen seyretmeyin. Şiddetin, küçük kıza dönen noktasına kadar kikir kikir seyrettiğim-ki yer yer sıkıcıya kaçtığı anlar da olmadı değil- filmi aşırıya kaçmakla itham ediyorum. Şiddetin de bir sınırı olur. Hele çocuğa yönelik anlamsız bir şiddet gösterisi yapan-ki anlamlı şiddet var mı ki?-bir filmi Simon Yam hatrına bile seyrettirmem. Çok sinirlendim.
Bir de bir itirafım var; şu ikinci çetenin ortaya çıkış sahnesini falan çok net anlamadım canlar. Onun için az buçuk sallamış olabilirim. Aman zaten bana güvenen var mı ki?.. Neyse...

Makasları hazırlayın. Bir dahaki sefere 'bol kanlı' kesme yapıştırma yapıyoruz. Veda parçam, son iki blog girdisinden aşina olmalısınız artık, Iron Maiden’dan geliyor; Run To The Hills...


Yine Yeni Yeniden polis rolünde Danny Lee

WOO SUE / RUN AND KILL 1993

Y: Hin Sing 'Billy' Tang

O: Kent Cheng, Simon Yam, Danny Lee

29.8.09

KARMA POLICE'Lİ BİR SHAW BİRADERLER AKSİYONU / THE SEXY KILLER

Klasik bir Cumartesi akşamını daha ardımda bırakırken, eli maşalı kadınların başı çektiği filmlerden biriyle daha yoluma devam ediyorum. Tarihler 1976’yı gösterirken, Oily Maniac’ın, masumiyeti saç örgüsüyle simgelenen kızı Chen Ping, Allah ne verdiyse, tüm güzelliğini sergilemek suretiyle erkeklerin kökünü kazıyor. Bu filme de isteyen The Drug Connection, isteyense The Sexy Killer diyor.

Wanfei (Chen Ping), kızkardeşini uyuşturucuya kurban vermek üzere olan bir hemşiredir. Lakin hemşire olduğunu filmin sonuna kadar öğrenemiyoruz, o ayrı. Polis olan WeiPing (Yueh Hua) ile okul sıralarına dayanan bir dostlukları vardır. Ama bu okul hangi okul, onu, filmin sonuna kadar bile öğrenemiyoruz.
Wanfei’in kızkardeşi gecelerden bir gece, diskoteğin birinde, gençliklerini heba eden onlarca gençle birlikte çılgınlar gibi dans ederken, uyuşturucu mafyasının elemanın iğnelediği eroinle ölümün eşiğinden döner. Döner dönmesine ama ablası Wanfei ve polis dostu-ilginç ama yavuklusu değil- WeiPing tarafından rehabilitasyon merkezine yatırılır. Polisin, uyuşturucu mafyasını bir türlü durduramamasını kendine dert edinen Wanfei, kardeşinin son durumunu da gözönüne alarak, bir nevi polisliğe soyunacak ve yanlış olduğunu bile bile, uyuşturucu mafyasını çökertmek için tüm dişiliğini kullanarak tek başına harekete geçecektir.

"Bekle beni uyuşturucu dünyası, seni çökertmeye geliyorum" diye çığıran Wanfei
Bundan sonrası tahmin edilegeldiği gibi, seyirciye müthiş anlar yaşatacaktır. Hep birlikte bu anlardan bazılarına bakalım dilerseniz.

1. Wanfei’in düşmanını haklamak için kullandığı kaba kuvvetin yanında en önemli şey kolundaki, açılarak çift taraflı bıçak haline gelen bilekliği. Yalnız kullanma talimatnamesini okumamış olacak ki film boyunca pek de hedefini bulamadı bileklik.


2. Kız arkadaşlarım için özel olarak dikkat ettiğim, Wanfei’in çizmeleri ile adam başı ezmesi durumu. Malum yılanın başını ne kadar çabuk ezersen o kadar iyi.


3. “Uyuşturucu mafyasıyla başedememenizin sebebi, rüşvet yiyen polisler” diyen Wanfei’ye “Her meslekte olduğu gibi bizim meslekte de iyi polis var, kötü polis var” diye cevap veren WeiPing’in dokunduğu evrensel bir gerçek.

4. Duvarda gördüğüm Clint Eastwood posteri
5. Hong Kong usulü kapkaç

6. Sahnelerden birinde, adamın güneş gözlüğünden yansıyan çekim ekibindeki eli belinde adam.

7. KARMA POLICE

8. Ekşın Beybe!

9. Mafya babasının, binbir renkle döşenmiş işkence odası

10. Son derece tepesi atmış Wanfei’yin önüne çıkan herşeyi-su yatağı dahil-mıhladığı final sahnesi
11. Ve tabii son olarak, tüm kadın milleti adına erkeklerden alınmış intikam. (Hemen alınma erkek arkadaşım! Zira bilirsin ki, ben kadın erkek demeden tüm insanoğluna uyuzum zaten...)



1972 yılında Shaw Biraderlere katılan Tayvanlı oyuncu Chen Ping, dünyaya uyuşturucunun kötü olduğunun mesajını vermek için cüretkar sahnelerde gövde göstermekten-düz anlamda gövde, hatta üst bedenden söz ediyorum-çekinmezken, sen de edepli ol, filme duyarsız kalma seyirci...
DU HOU MI SHI/SEXY KILLER-THE DRUG CONNECTION 1976
Y: Chung Sun
O: Chen Ping, Yueh Hua

26.8.09

CHRIS DE BURGH, BİR HONG KONG FİLMİ İÇİN SÖYLÜYOR; RED TO KILL

"The lady in red is dancing with me
Cheek to cheek
There’s nobody here
It’s just you and me
It’s where I wanna be
But I hardly know this beauty by my side
I’ll never forget the way you look tonight"
Yıl 80’lerin sonu ya da 90’ların başı. Hangisi, net hatırlamıyorum. Ablam ders çalışıyor. Bense abime yapışmaktan illallah geldiği zamanlar ablamın dibinde bitiyorum. Odadan, Lady in Red diye yumuşak bir ses geliyor. O ses, uzun zaman gitmedi zaten. Neyse efenim, bizim yazımıza konu olan Kırmızılı Kadın fenomeni, şarkının sözlerini az buçuk yerine getirecek bir durum ihtiva da etse, birazdan anlatacaklarım karşısında siz de bana hak vereceksiniz ya, gerek ‘cheek to cheek’ durumu, gerek ‘there’s nobody here’ durumunu, ‘Allah saklasın’ boyutuna getiren bir filmin konusu olmuş durumda. Şimdi, bu söylediklerimin, yazının başında çok da mânâ kazanmadığını bildiğimden, mehter takımı hazırsa, her zamanki gibi konuya giriyorum.

Sosyal Hizmetler uzmanı olarak çalışan Bayan Cheung’un işi, zor durumda kalmış zeka özürlülere yardım etmekten ibarettir. Aileleri tarafından terkedilen ya da ailesiz kalan zeka özürlüleri, sığınağa yerleştirerek, topluma kazandırmak için de iş vermektedirler. Sığınağın bulunduğu, 70’lerin açık koridor sistemli toplu konutunda yaşayan diğer sakinler, bu durumdan pek hoşnut değillerdir. Her açıdan cahil oldukları gözlerden kaçmayan-miyop dahi olsa bu göz- bu güruh, son zamanlarda çevreye dadanan sapık dolayısıyla da, her fırsatını bulduğunda zeka özürlülere sataşmaktadır.

Daha filmin ilk dakikasında oynak kamera hareketleriyle, seyirciyi sapığın gözü konumuna getirerek açılan film, toplu konutun merdivenlerinde, yüzünü göstermediği izbandut gibi bir sapığın, kırmızılar içindeki bir kadını kaçırarak tecavüz etmesiyle seyirciden bedduasını alır. Bu sırada, babası trafik kazasında ölen zeka özürlü Ming Ming, Bayan Cheung tarafından sığınağa getirilir. İlk defa bu esnada tanıştığımız, ısrarla uzun kollu gömlek giydiğine tanık olduğumuz sığınak müdürü Bay Chun, ne kadar da Jet Li’yi andırıyordur, öyle değil mi Lois? Gözlüklerinin ardından niyeyse bende bir Clark Kent-Jet Li karması uyandıran Bay Chun, son derece ‘sevecen’-filmin ilerleyen dakikalarında hep beraber daha yakından tanık olacağız ya- bir o kadar da koruyucu bir insandır.
Babasının ölümüne ve sığınağa, bir çırpıda alışamayan Ming Ming’in adaptasyon sürecini ayrıntıyla inceleyen film, bir yandan da meşum sapığın diğer icraatlarını da sergilemekten geri kalmayacaktır. Her defasında, merdivenlerde kırmızılı kadınları avlayan bol kaslı sapık, gün gelecek duvara toslayabilecek midir? Merak etmeyin anlatıciğim...
Zor günleri Bayan Cheung’un sayesinde dans ederek atlatan Ming Ming, bir dans gösterisi sırasında giydiği kırmızı kıyafetiyle, uyuyan yılanı deliğinden çıkaracak ve kaçınılmaz saldırı gerçekleşecektir.
Dikkat Dikkat! Açık veriyorum. İsteyen en alt paragrafa geçsin. Ama orada birşey bulacağınıza garanti veremem. Chris de Burgh'den sonra aynı dönemlerden bir Lionel Richie parçasıyla kaldığımız yerden devam ediyoruz, sevgili dinleyenler. İçinde müthiş bir karaoke başyapıtı barındıran "Hello, is it me you're looking for" tüm arayıp da bulamayanlar için geliyor...
Sürekli uzun kollu gömlekler giyerek, diri vücüdünü saklayan Bay Chun değil miymiş bizim sapık? Bak bak! Hiç anlamamıştık sanki! Oğlum, bu gözler ta 5 km öteden tanır kasları, naber? Öhö!.. Bunun konumuzla ilgisi yok tabii. Neyse...
“Ben sana kırmızı giyme demedim mi yarim!”


Kırmızı kıyafet görünce, kendini kaybeden ve öfkeden çılgına dönen Bay Chun’un aslında tüm bu öfkesi annesine yöneliktir. Tamamen bir çocukluk travmasından kaynaklandığı anlaşılan “Ben sana kırmızı giyme demedim mi yarim!” bazlı serzenişi esnasında Ming Ming’e saldırır saldırmasına ama bu arada kıza da aşık olmuştur! Saldırı ertesi, şoka giren Ming Ming’in banyoda kriz geçirme sahnesini anlatmak isterdim dostlar ama bana verilen yetkinin dışına çıkamam. Bu film İngiltere’de vizyona girse +30 falan mı derlerdi bilemiyorum doğrusu. Şu Eden Lake’e bile + 18 dediklerine göre... İyisi mi biz, bir Hong Kong yapımından beklenebilecek abukluklara devam edelim.
Dünya artistik giysi yırtma şampiyonu Bay Chun



Ming Ming’in Bay Chun tarafından tecavüze uğradığını öğrenen Bayan Cheung, çok pis gaza gelecek, Bay Chun’u mahkemeye kadar çıkartacak ama asıl zeka özürlünün kim olduğu konusunda seyircinin kafasında şüphe uyandıran mahkeme, Ming Ming’in özrü dolayısıyla suçun kanıtlanamayacağını öne sürerek, Bay Chun’u salıverecektir. İşte o anda, şimşek gibi bir hızla Bayan Cheung’un kafasında adaleti sağlamak için bir plan belirecek ve kırmızılara bürünerek, artık psikopat yüzünü saklamak da beis görmeyen Bay Chun’u, en zayıf noktasından vurmaya çalışacaktır.
Hong Kong'un kamburu, bir Victor Li klasiği


1994 yapımı Red to Kill, bir yandan şiddetin sınırlarını zorlarken, bir yandan da kendinden farklı olana karşı hayvani bir içgüdüyle nefret besleyen cehaletin, halk tarafından nasıl kullanıldığına da eğilmiş. Eğilmiş ama kalkamamış. Zaten bir kategori III filmi olarak kalkmak gibi bir sorunu da olmamış.. Yönetmen Hin Sing ‘Billy’ Tang, favorisi mavi aydınlatmalı sahnelerinden, ve acayip kamera açılarından bu filmde de vazgeçmemiş görünüyor. Beddua etmek isteyen ya da sinirini çıkarmak isteyen varsa, filmi seyrederken sapığa saydırmak suretiyle bu işi çok güzel yapabilir. Böylece film de misyonunu tamamlar diye düşünüyorum. Yoksa kadına yönelik bu kadar şiddetin kime ne faidesi var a dostlar?

İşte Chris de Burgh-Lady in Red şarkısına bir kere daha gelecek olur isek, şarkının sözleri, size de şimdi daha anlamalı gözükmüyor mu acebe?


Bak şimdi haksız mıyım gülmekte? Tam böyle duygulanmışım, gözümden yaş gelecek, ölüm döşeğindeki Ming Ming'e sevdiği parçayı çalmak için Bayan Cheung, pembe dandikus bir org çıkarıyor. Ne yapayım ben bu sahnede, sen söyle!
YEUK SAT/RED TO KILL 1994
Y: Hin Sing ‘Billy’ Tang
O: Lily Chung (Ming Ming), Money Lo (Bayan Cheung), Ben Ng (Bay Chun)

24.8.09

SİZE ANNE DİYEBİLİR MİYİM?/KURO NO TENSHİ-BİR ZAMANLAR 5 KİŞİYDİK/GONIN

Dikkat Dikkat! Sayın yolcular, ninja’ya kısa bir süreliğine ara vermek zorundayız. Siz yine de her ihtimale karşı kemerlerinizi bağlı tutun.

Daha önce hiçbir filmini izlemenin nasip olmadığı bir yönetmenin iki filmine el atıyoruz. Gaddesu-Sama’nın tiksintiyle bana uzattığı 1997 yapımı Kuro No Tenshi (Black Angel Vol. 1/黒の天使) ve tiksintiyle uzatmadığı 1995 yapımı Gonin (The Five). Üşenmediğim kadarıyla-ki hayatta en iyi yaptığım şey üşenmektir- yönetmen Takashi Ishii ile ilgili internette yaptığım kısa bir araştırma sonucu kendisinin olaya aslında manga çizeri olarak başladığı bilgisini edindim. Lakin 3-4 gün evvel edindiğim bu bilgiyi nerden edindiğimi yeniden bulamadığımdan, rüyamda da görmüş olabilirim, siz yine de inanmayın. Sinema hayatının bir bölümünde “pinku”ya el atan Ishii’nin asıl uzmanlık alanı yakuza-suç filmleri gibi gözüküyor. Gonin, bunun en büyük ispatı. “Pinku ne ola ki?” diye sorana “Ben bilmem, beyim bilir” diyor ve daha konuyu bile açmadan kapatarak asıl konumuza dönüyorum.

İçerisinde bir adet Takeshi Kitano barındıran Gonin, farklı karakterde beş adamın, biraraya gelerek bir yakuza patronunu soymasını ve soygunun kaçınılmaz sonucu olarak avlanmalarını konu edinmiş sürükleyici bir film. Tipik bir yakuza filminden beklenilecek şiddet, filmde yeteri kadar mevcut elbette ama onu diğerlerinden ayıran en önemli şey, bu beş adamın derinlikli karakterleri. Üstelik Kitano’yu da filmin ikinci yarısında günışığına çıkararak, +1 bonus eklemeyi ihmal etmemiş yönetmen. Sahnelerin hemen hemen hepsinin kapalı ve loş mekanlarda ve yahut şiddetli yağmur altında geçmesi benim gibi karamsar ruhları çoşturacaktır diye düşünüyorum. Oyuncu kadrosuna bakarsak, filmin yalnızca ikinci yarısında ortaya çıkan Kitano, afişlerde falan direk gözümüze gözümüze sokulmuşsa da-ki oyunculuğunu yadsıyor değilim-Kitano’dan başka üzerinde durulması gereken çok oyuncu var bu filmde. Aslında boş oyuncu yok desek yeridir. Misal, Naoto Takenaka ’nın canlandırdığı oldukça sıradan, işsiz adamın, gerçek yüzü hayranlık(!) uyandırmayı başarıyor. Takenaka, son dönemdeki Shinjuku Incident nam-ı diğer vizyona girdiği adıyla Kanlı Hesaplaşma ve yahut göynümden geçen adıyla Shinjuku ’Faciası’ndaki polis müfettişi olarak hatırlanacaktır. Lakin ilk defa, Nodame Cantabile adlı bir dizide seyrettiğimden kelli, Gonin’deki performansıyla beni oldukça şaşırttığını söylemeliyim. Japon dizilerindeki abartılı oyunculuklara aşina olanlar, bu dediğimi daha iyi anlayabilirler sanırım. Aralarında tuhaf bir ilişki olduğu görülen, soygunu planlayan baş karakter, bar sahibini canlandıran Koichi Sato ile yarı travestiyi (o ne demekse artık...)canlandıran Masahiro Motoki de, eski bir polis memurunu canlandıran, Ishii’nin favori oyuncularından biri gibi gözüken Jinpachi Nezu da karakterlerinin haklarını veriyorlar. Sözün özü, belki mükemmel bir film değil ama yalnızca silahların patlamasından ibaret ‘boş’ bir yakuza filmi de değil Gonin. Az sonra anlatacağım filmden önce seyredilmesi seyircinin hayrına olur diyerek geçiyorum The Black Angel’a.

Film seyretmek, kendi açımdan, tek başıma yapmayı sevdiğim birşeydir. Festival zamanları veya arasıra özel arkadaşlarımla da sinemaya giderim ama, nedenini tam olarak çözemesem de, yalnız film seyretmekten ayrı bir zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Yine de arasıra öyle filmlere denk geliyorum ki, filmin tadı ancak bir arkadaşla seyredildiği zaman çıkacak türden oluyor. Kara Melek de tam bu türden bir film. “Yok efenim, ben yine de seyredemem böyle film” diyorsanız size ahlaksız bir teklifim var. Hemencacık, kumandanızı elinize alıyorsunuz ve ileriye sarma tuşunu x2’ye getiriyorsunuz. Altyazılı da olsa, x2 hızda gayet güzel bir şekilde filmi sular seller gibi ezberliyorsunuz. Benim vardır zaman zaman böyle seyrettiğim filmler, yalan değil. Lakin bu filmde, bu yöntemi kullanmadım yanlış anlaşılmasın. Zira tam ağzıma layık bir film çıktı, Gaddesu-sama yanılmamış. Konuyu da çıtlatayım, olsun bitsin.

Ikko, henüz 6 yaşındayken, yakuza patronu babası ve tüm ailesi birileri tarafından katledilir. İzbandut bakıcısı tarafından katliam ortamından kaçırılıp ‘Kara Melek’ namlı kadın bir kiralık katilin ellerine teslim edilerek, Amerika’ya firar etmesi sağlanır. Kara Melek’in havaalanında küçücük çocuğu uğurlaması, hafiften gözleri yaşartmışsa da asıl göz yaşartan nokta, 6 yaşındaki bir çocuğun, nasıl olur da uçağa tek başına alındığıdır. Ama kasmayalım, geçelim. Zira 1 değil 2 değil... 14 yıl sonra Ikko, serpilmiş ve sarı kafalı dejenere olmuş japon arkadaşıyla birlikte, hem kendini kurtaran Kara Melek’i hem de ailesinin katillerini bulmak üzere,” intikam intikam” diye diye Japonya’ya geri döner. Katillerin izini, yavaş yavaş sürerken, esinlenerek ismini aldığı Kara Melek’in, uyuşturucu batağına saplandığını ve dahası, babasının düşmanı yakuzanın da metresi olduğunu öğrenerek kaderine lanetler yağdırarak, acıların çocuğu formatında, intikamına daha da bir asılacaktır.

Karanlık atmosferiyle , “Ben bir Takashi Ishii filmiyim” diye bas bas bağıran filmin en dandik tarafı “Ben senin annenim yavrum” temalı senaryosu herhalde. Yoksa bilmem kaç dakika süren, kesintisiz çekilen Ikko’nun yakuza patronundan kaçmaya çalışma sahnesi takdire şayan. Ama onun dışında, nanay oyunculuklar ve benceğize oldukça anlamsız gelen sahnelerle(Bkz. Dans sahnesi), beni bir hayli eğlendiren, ki bu sebepledir ki kaliteli film seven izleyiciye illallah getirtebilecek bir film Kara Melek.
Son olarak eli maşalı Seda Sayan’ın, eli silahlı versiyonu, arıza kadın Riona Hazuki ile ilgili daha dün öğrendiğim bir dedikoduyu da paylaşmak istiyorum dostlar. Japonca öğretmenimden öğrendiğim kadarıyla egosu bir hayli tavanda olan Hazuki hanım, vakti zamanında Hiroyuki Sanada’nın karısından boşanmasına sebebiyet vermiş bir starcık imiş.

Daha DVD kapağına bakar bakmaz etini sütünü belli eden-ki THE ULTIMATE ASSASIN...SHE’LL BLOW YOU AWAY yazıyor kapakta-Kuro No Tenshi, bir tek meraklısına hitap edecek türden gibi... Bu arada, Gonin gibi, The Black Angel’ın da ikincisi çekilmiş. Şu an ikinci filmlere bulaşmaktansa Ishii’nin bir başka filmi Freeze Me’ye takılmayı yeğliyorum.

18.8.09

NİNJAYA GİRİŞ: DERS III / NINJA III:THE DOMINATION

Blogun adını Ninja koymuşum, gel gör ki hiç Sho Kosugi filmi yazmamışım. Bu ne menem Ninjalıktır ey okur, sorarım sana? Ayıbımdan kurtulmak üzere hemenCACIK en sevdiğim Sho Kosugi filmini patlatıyorum. Üçleme olarak bilinen Ninja serisinin ‘resmi’ son ayağı Ninja III: The Domination. Sevme nedenlerimi birbir açıklayacağım ey okur, heyecan yapma. Ama daha önce, neden üçleme, ona değineyim. Daha doğrusu bilmediğim için fikir yürüteyim.

Aksiyonuna kurban olayım

Şakacı Kosugi, yine de en ciddi olduğu filmlerden birinde...
Zamanında kardeş ah’larına, ağbilerden alınacak intikamların çuvallar dolusu olmasına sebep olmuş, dandik aksiyonların rahmi olarak adlandırabileceğimiz Cannon Group film şirketi tarafından, Sho Kosugi adında bir ninjanın, şanlı Ninjalık makamını anlattığı filmlerin ilk üçüne, sayı itibariyle üçleme denmiş. Yoksa Ninjalık babında prensipte arada bağ da olsa, konu açısından arada bağ olan üçleme değil söz konusu film öbeği. Üçlemenin ilk ayağını 1981 yılında çekilen Enter The Ninja oluştururken, ikinci ayağı 1983 tarihli Revenge of the Ninja ve son ayağı da birazdan ayrıntısına balıklama atlayacağım 1984 tarihli Ninja III: The Domination oluşturuyor.

Yazıyı biraz daha sulandırmadan, hazır ciddiyetimi az buçuk korur vaziyetteyken Cannon Group ile ilgili insanı, bilgi manyağı yapan bir yazıyı okutmak için sizi Öteki Sinema’ya alayım. Ama bilgilendik diye hemen ciddileşmeyin tamam mı? Yoksa geri döndüğünüzde karşılaşacağınız şey, aramızda aşılamaz bir uçuruma sebebiyet verebilir.

En sevdiğim Kosugi filmi meselesine gelecek olursak-ki yarın sorsanız bir başkasını söylerim- bi tarafına şeytan/ruh kaçması alt türü ile ninjayı birleştirmiş ‘duble dandik’ bir film nasıl en sevdiğim olmaz? Üstelik Sho Kosugi’yi ‘cinci hoca’ olarak da sunan film, başyapıt diye ‘80’lerin en dantelli vitrinlerine konulmaz mı a dostlar? Hüngür faşırt gitmeden bu nadide filmin konusuna girelim.




Klasik bir Kosugi filmi olarak Ninja saldırısı ile açılan film, bu defa golf sahasında ne idüğü belirsiz zengin züppe ve sevgilisini öldüren ninjanın, polisin pususuna düşmesi ve ölmeden hemen evvel civardaki telefon hatlarını kontrol eden Christie (Lucinda Dickey)’nin ruhunu, katanasını kızın eline vermek ve gözleriyle hipnotize etmek suretiyle ele geçirmesi ile dandikusun ilk sinyalini vermiş oluyor. Lucinda Dickey hanfendiyi, deli gibi dans ettği filmlerden (Breakin) hatırlayan çıkacaktır ya, dans ile aramda kocaman bir odun olduğundan kelli hiç bulaşmıyorum o tarafa. Huu, kız arkadaşım nereye gittin? Bu tarafa, bu tarafa...


Hö? Hülya Avşar'ı görür gibi oldum...

Katanayı giysi dolabındaki üst rafa yerleştiren, telefon hatları kontrolcüsü olmasının yanısıra aerobik hocası da olduğu gözlemlenen Christie, gece olduğunda, odasında yanıp sönen spot ışıkları altında katananın büyüsü altına girecek ve ruhunu ele geçiren ninjanın, kendini öldüren polislerden intikamını alması için aracı, hatta taşıyıcı olacaktır. Polis sevgilisi dahil tüm polis teşkilatı için tehdit oluşturmaya başlayan içine ninja kaçmış Christie’yi durdurabilecek yegane kişi ise, üçlemenin her filminin ana prensibi “Bir ninjayı ancak başka bir ninja durdurabilir”i üçüncü kez ispatlamaya hazırlanan Sho Kosugi’den başka değildir.

Bilinen tüm ninja numaralarını ve silahlarını birbir sergileyen filmde şaşırtıcı olan şey oyunculukların diğer filmlere nazaran o kadar ‘nanay’ olmaması. Saçtan mıdır bilmiyorum ama Linda Hamilton ile Brigitte Nielsen karışımı bir görüntü sunan Lucinda Dickey yazının üst taraflarında belirttiğim gibi aslen dansçı. 1984-85 arası Cannon Group, ninjanın kıvraklığıyla dansın ortak noktasını göstermek gibi bir misyon mu üstlenmiştir nedir, ama bu filmdeki dans sahnesinden çok daha abuk bir sahne Nine Deaths of the Ninja ’da da bulunuyor. O filmi de ayriyeten işleyeceğim için fazla ayrıntıya girmeyeyim şimdiden. Üçlemenin ikinci filmi Revenge of the Ninja’yı da yazan James R.Silke ve yöneten Sam Firstenberg üçüncü basamağı da böylelikle aradan çıkarmışlar. Öyleyse daha fazla bıdıbıdı yapmadan başka Sho Kosugi filmlerinde buluşmak üzere burda vedalaşalım...

*Tüh! Parmak hareketlerini yapmayı unuttuk!..
Boş işler bunlar...