27.5.10

DİŞİ NİNJA/CHALLENGE OF THE LADY NINJA


Gün geçmiyor ki, dostlar sayesinde yeni bir parçaya ulaşmayayım. Daha önce afişini ve lobi kartlarını bulduğum Challenge of the Lady Ninja a.k.a. Chinese Super Ninjas 2 adlı filmin bu defa Beta videosunu buldum. Hep beraber dönüp kapağa bakalım o halde. İlk tuhaf yan, afişinde Dişi Kaplan adıyla geçen film, videoda Dişi Ninja adıyla yer bulmuş kendine. İkinci tuhaf yan ise ön ve arka kapaktaki sahnelerin filmle uzaktan yakından alakasının bulunmaması. Arka kapak bana 'Ho' dedi dostlar, varın gerisini siz anlayın...

20.5.10

NORMAL BİR ÖĞLE UYKUSU UYUMAK İSTİYORUM!


Normal Bir İş Yapmak İstiyorum/Futsu No Shigoto Ga Shitai adlı belgesel ve Thierry Paquot'un yeni çıkan kitabı Bir Sanattır Öğle Uykusu'nun, çalışırken şekerleme yapma konusunda hakkını aramak üzere uyandırdığı 'ayı'nın hikâyesi Ters Ninja'da.

16.5.10

AŞIRI SOSYALLİĞE NAYIR!!!

Herkesi potansiyel sapık ve katil gören bir annenin evladı olarak son günlerde giallo’lara gömüldüğümden, sanıyorum bir müddet Uzakdoğu esintili film yazılarımı ancak Ters Ninja’da görebileceksiniz. Öte yandan burayı başıboş bırakmamak adına türlü türlü saçmalığımı “Ben yaptım ama size ne?” formatı altında yayınlamayı düşünüyorum ve bundan hiç beis duymadığımı da belirtmem lazım. Çok üzgünüm ama işte başlıyorum!

Baştan beri yazdıklarımı göz ucuyla da olsa takip etmiş olan dostlarım bilir ki, Genova’dan yazdığım sıralarda her gittiğim müze ile ilgili iki üç kelam ediyor, asıl mevzu sanattan ziyade türlü türlü geyiği gündeme getiriyordum. Ben gene müzeydi sergiydi gezilerimi eksik etmiyorum ama nedense yazma gereği duymuyorum. Ama bugün geçmişte bir anı bırakmak üzere –ki çok nadir bırakırım- içimde müthiş bir yazma dürtüsü var (Sallıyorum inanmayın).

Uzun bir süreden sonra ilk defa yaklaşık bir hafta evvelinden plan yapmış, bu pazarı Sabancı Müzesi’ndeki Fırça ve Kalemin İzinde Sınırlar Aşmak sergisini görmeye, hemen ardından da 2010 Türkiye’de Japon Yılı kapsamında gösterilecek olan Bunkaza Tiyatro Gösterisi’ne katılmaya karar vermiştim. Ama yalnız değildim elbet. Komakine-chan da bu aşırı yoğun sanatsal faaliyetler sırasında bana katılacak, gerektiği noktalarda beyin fırtınası yaratmak için ilk kıvılcımı çakacaktı. İlk hamleyi de sağolsun sabahın köründe buluşmak üzere kendisi yaptı. Israrla “10.00’da buluşalım, tamam 9.30 olsun, ee daha erken 9.00 nasıl?” gibi türlü girişimlerimi cesaretle savuşturarak, bir Pazar günü tamı tamamına saat 8.30’da Beşiktaş’ta endamımı sergilememe neden olmuştu. Biz böyle nene ve dede formatında, normal insanların henüz sıcak yataklarından çıkmadıkları bir saatte, bana her daim mahşer kalabalığı içerisindeymiş gibi gelen ama işte bu saatte gayet boş ve leziz olan Beşiktaş’tan müzenin bulunduğu Emirgan’a doğru yol aldığımızda, kediler dahi yeni uyanıyor, üstüne üstlük gerine gerine de eklemlerini açıyorlardı.

Takdir olunur ki, müzenin açılış saatine göre biraz fazla erken vardığımız mutena semtimizde, Boğaz kenarı olmasının da getirdiği dürtüyle azıcık yürüyelim demiş, lâkin fena esen rüzgarı hesaba katmadığımızdan yürümekten ziyade savrulmuştuk. Saat 10.00’ı gösterdiğinde müzenin ilk ziyaretçileri olarak giriş kapısından geçtiğimdeki duygularımı dillendirmek ne kadar da zor dostlar! Bu esnada gözümden gelen 3 damla yaşı –bir gözüm diğerinden daha fazla çalışıyor- Komakine-chan’dan gizlemek için türlü hamleler yapıyor, bir oyana bir bu yana dönerek, dervişten hallice bir kişilik sergiliyordum. Ziyaretçi sayısına bakarak söylemek gerekirse o saatte biraz fazla olduğu gözlerimizden kaçamayan güvenlik görevlilerini bir bir geçerek sergi salonuna girdiğimizde Japon kaligrafisine ayrılmış ilk bölümle hafiften kendimi kaybetme emareleri sergiliyor, dahası tanıdığım üç beş kanji ile de Komakine-chan’a hava atıyordum. Kendisi her olgun insan gibi sırtıma pat pat yaparak aferin diyor, başarılarımın devamını dileyerek bir sonraki eseri incelemek üzere hamle yapıyordu. Hayır fesat dostlarım hayır. Sanmıyorum ki benden uzaklaşmak için hamle yapıyor olsun. Zira abuklamalarıma artık alışmış olduğunu düşündüğüm ermiş sabrındaki bu insanoğlunun benden uzaklaşma gibi görünen hareketlerinin tek sebebi elbette ki sergiden etkilenmiş olması idi. (En azından ben öyle inanmak istiyorum). Yaklaşık 1 saat içinde sadece 3 odayı gezdiğimiz sergide, o ana kadar bizden başka tek bir kişi daha görmüş, bu hızla devam edersek gençliklerimizin heba olup gideceğini düşündüğümüzden olsa gerek adımlarımızı ve beyinlerimizi biraz olsun hızlandırmaya karar vermiştik. Japon kaligrafisine ayrılmış ilk bölüm Kampo Harada Müzesi’nden getirtilmiş eserlere ev sahipliği yapıyor, Çin menşeili bu yazının çeşitli evrelerini ziyaretçinin gözleri önüne sererek hayırlı bir iş yapıyordu. Özellikle kursiv denilen stildeki o enerjiyi ve hareketi hissetmek bünyemde karşı konulamaz duygular uyandırıyor, bir yandan nasıl olur da suluboyamı yanımda getirmedim diye kendi kendimi yerken, diğer yandan Komakine’nin de başının etini yiyordum.

Latin yazı sanatına ayrılmış ikinci bölümde tartışmamızın odak noktasını, daha önce çeşitli yerlerde karşımıza çıkan Dualar Kitabı (Book of Hours) oluştururken, ayaklarıma doğru karasuların indiğini hissediyor, ama gotik yazının o minicik kitaplardaki mevcudiyeti karasuların yeniden yukarı doğru çıkmasına neden oluyordu. Genellikle Alman ve Flaman esintileri taşıyan bu salondaki eserleri de aheste aheste inceleyerek araştırılacak gerekli notları da çıkardıktan sonra son bölüm Osmanlı Hat Sanatı bölümü bizleri bekliyordu.

Bu bölüm, hat sanatı stilleri (Aklâm-ı Sitte) hakkında en temel bilgileri vererek Sabancı Müzesi’nin kendi bünyesindeki bazı eserleri sergiliyor. Sülüstü, muhakkaktı, nesihti, reyhanîydi, rıkâydi, tevkîydi derken sessiz yazının hazzı beyinlerimize yerleşirken, sabote edilen her sessizlik gibi bizimki de haddinden fazla çıkan gür bir sesle bozulmaktaydı. Hayatta anlamadığım bir sürü şey vardı ve de bunlardan biriydi. Nedense gezdiğim birçok müzede veyahut sergide yabancılar gerine gerine seslerinin son volümünde “İşte buradayım” dercesine geziyor, ama “başkasının kafasını şişiriyor muyum?” gibi bir soruya kendini maruz bırakmadan, hayatımdan geçip gidiyorlardı. Benimse böyle durumlarda elimden gelen tek şey bir köşede gürültünün uzaklaşmasını beklemek, sonra kaldığım yerden gezime devam etmekten ibaretti. Ama bu defa, evet bu defa tepkimi göstermeye hazırdım. En tiz volümden Komakine’ye doğru dönüp “bu görmüş olduğun yazı, hattat bilmem kim efendiye aittir” gibisinden atmasyonlu bir çıkış yapacağım sırada sesim içime kaçmış, oracıkta ıyk mıyk gibi anlamsız sesler çıkarmaktan öteye gidememiştim. Napalım dostlar! Allah vermemiş bana öyle etkileyici ses! Suçu gene yaratılışa attıysam yavaş yavaş müzeden çıkabiliriz.

Tiyatroya kadar biraz daha vakit geçirmek için yine rüzgar altında yürüyerek düşüncelerimizi savura savura, rutinimiz kahve ve tatlıyı da aradan çıkarmış, doyan karın guruldamaz doğrulamasıyla, uzak mı yakın mı olduğunu tam kestiremediğimiz kültür merkezine doğru yola koyulmuştuk.

Devenin hörekesinde olduğunu varınca fark ettiğimiz kültür merkezine, yanımda bir çekik gözlüyle girmenin gururunu yaşarken, kendimden emin bir tavırla hamle yaparak önlere doğru ilerlemiş, niye olduğunu anlayamadığım rezerve kordonunun altından geçerek, ayrılmış koltuklardan birine pervasızca oturmuştum. Sanıyorum aşırı disiplinli bir halkın kendi vatandaşları için ayırdığı kordonu aşmamın dikkat çekmemesinin nedeni, cidden de yanımdaki insanın a.k.a. Komakine-chan’ın çekik gözlü olması idi. Yoksa daha önce nice oturduğum yerden kaldırılmış, nice kaldırıldığım yere yeniden oturtulmuş bir insanımdır, övünmek gibi olmasın.

Oyuna gelecek olursak, ben değil ama siz şuradan gelebilirsiniz diye düşünüyorum. Japonya’nın batılılaşma hareketleri olarak nitelendireceğimiz Meiji Restorasyonu Dönemi ertesi toplumdaki değişimleri özellikle bir kadın ve çevresindeki insanları odak noktasına alarak anlatan oyun, yazarının da kadın olması nedeniyle biraz kadın bakış açısından anlatılmış gibi geldi bana. Bir sakıncası yok tabii. Birlik beraberlik temalarını da gündeme getiren oyun iyiydi hoştu da, şimdi belki kızacaksın bana ama yaklaşık 2 saat 40 dakika kadar olan süresiyle oturduğum yerde “İHBİNAYNEŞÜLERİN” nidaları atmama sebep oldu. Biz yine Komakine’yle koltuklarımızda çeşitli açılarda dönüşler yaparak Tai Chi bilgimizi sınıyor, bu arada arkamda durmaksızın koltuğumu sarsan veleti nasıl alt ederiz planları yapıyorduk. Nihayet oyun tamamına ermiş, biz de Beyoğlu’na doğru yola çıktığımızda acı bir gerçek yüzüme vurmuş, bu yazın giysi kreasyonumu belirleyen bir sürprüzle karşılaşmıştım. Boğazın keskin rüzgarında yanan böğrümle tüm yaz yalnızca V yaka giysiler giymeye mahkum kalmış bulunmaktayım dostlar. İşte bir yıl olmuyor ki amele yanıklarından kurtulayım da gerçekten normal bir insan evladı gibi bronzlaşayım. Sizlere Kampo Harada tarafından yazılmış Haikulardan etkilenmiş bu yanık bünyenin yazdığı bir haiku kırması şiirle veda ederken bir dahaki kültür gezisinde buluşmak üzere diyorum.

Bezdiren yaz güneşi ve yalayıp geçen Boğaz rüzgârı
Böğrümde bırakıyor izlerini al al...

Komakine'ye not: Yüzüğü doldurdum bekliyorum. Hediye ettiğine göre ilk kurbanım da sen ol! Kıvırma! Gordon Liu gelse turna tekniğini yemem ha, ona göre!

5.5.10

UYKUYA DOYAMADIN GAMERA!

Gamera sizlere ömür. Cenazesi yarın öğle namazına müteakiben Fatih Camii, Karadeniz Medreseleri tarafı çimenliğinde yapılacak törenin ardından aynı çimenlikte defnedilecektir. Tüm sevenlerinin başı sağolsun.
Çelenk yerine Mamagon için ıstakozlu yem, marul, hıyar gibi bilimum sebze gönderilmesi rica olunur.
Çok üzgünüm...

4.5.10

PROFONDO ROSSO A.K.A. KANLI PİLAKİ


Gündem;
23 Nisan'da, Kaymakan Bonnie 'Princess' Billie'nin koltuğuna oturan çocuk, daha 19 Mayıs bile olmadan büyüyerek, yarının büyüğü olduğunu göstermiş, bugünün büyüklerine 'kanlı' bir misilleme yapmayı başarmış bulunmaktadır.


666 tane arasından, en kanlısını seçerek, 'isimsiz' postayla gönderilen 35.yy özel kutlama plağının paketini çığlıklar içerisinde açan kaymakam, önce sevinçten hafif bir baygınlık nöbeti geçirmiş, hemen ardından da eşin dostun ödünü patlatmak ve sinirleriyle oynamak adına akşama kadar makam koltuğundan inmeden, ilk şarkıyı durmaksızın çalmıştır. Bu esnada havasını bulan şeytanın, yeryüzüne inme planlarını yeniden harekete geçirdiği rivayet olunur. 4 Mayıs 2010-İstanbul...

HONG KONG'TA TÜRK FİLMLERİ FESTİVALİ

Son zamanlarda, gündem takip edememenin dibine vurmuş, bu durumu, "sıkıysa gündem beni takip etsin" tavrı alarak savuşturma vaziyetindeyim. Dolayısıyla günde 2 litreden hesaplarsam üzerine yaklaşık 28 litre su içmiş bulunduğum İstanbul Film Festivali'nden bile dem vuramadım dostlarım. Aslında kendi durgun yaşamım açısından bakacak olursam gayet 'sosyal aktivite' ve sanatla dolu günler geçiriyorum. Tabii herkesin sosyal aktivitesi kendine...

Menzilinden şaşan okları fırlatmayı başaran nice atalarım gibi bu defa başlıktan fazla sapma gösteren girişi uzatmıyor, doğrudan kabloları konuya bağlıyorum. Yalnız dikkat: Elektrik tehlikeli iştir. Yanınızda yalıtkan bulundurmayı ihmal etmeyiniz.

Anladığım kadarıyla (eh bravo bana), İzmir Sinema Derneği tarafından organizasyonu yapılan Hong Kong'ta Türk Filmleri Festivali, 13-17 Mayıs arasında, 10 filmle gerçekleştirilecek. Yanlış anlaşılmasın ama olaya ne 'büyük mutluluk' tavrında ne de tam tersi 'bi bok olmaz o filmlerden' tavrında yaklaşıyor değilim, baştan tavrımı ortaya koymak istedim. (Bazen aşırıya kaçtığım kinayede herkes kendine 'olumsuz' pay çıkarmaya çalıştığı için, olan gene sevgi pıtırcığı bu dostunuza oluyor, malum). Son 15 yıl içinde çekilen Türk filmlerine karşı bir garezim yok ama seyretmemeyi tercih ediyorum. Yıl içinde vizyonda seyrettiğim Türk filmi sayısı 2'yi geçmez. Misal bu yıl vizyonda İki Dil Bir Bavul'u, vizyondan terk-i diyar ettikten sonra ise Vavien'i seyrederek, Türk sinemasıyla olan ilişkimi belki biraz fazla seviyeli yaşamış biriyim. Dolayısıyla festivalde gösterilecek filmlere bakacak olursam, sadece 1,5 adetini, o da televizyondan maruz kaldığım kadarıyla seyrettiğimi söylemekte beis görmüyorum. Sonuçta sinemayla ilişkim blogdan da anlaşılageleceği gibi pek 'sağlıklı' sayılmaz... Aman ne diyecektim ben, şaştık gene...

Hah, diyordum ki;

Sevgili Hong Konglular,
bu blogcağızda yazdığım onca filmin intikamını şu gösterilecek Türk filmlerinin alacağını adım gibi bildiğim için ne kadar mesudum bir bilseniz. Bizde 'Allah'ın sopası yok' olarak tezahür bulmuş olan durum, sizde 'Karma' olarak bilinir ya. İşte öyle birşey...

Sözlerime son vermeden evvel festival komitesine de bir öneride bulunmak isterdim doğrusu. Zira, şu yeni Türk filmlerinin arasına birkaç tane de eski Yeşilçam örneklerinden karıştırsalar ne kadar güzel olurdu. Üstelik Komiser Cemil ya da Cüneyt Arkın-Hüseyin Peyda-Salih Kırmızı üçlüsünün (kadın oyuncu bu durumda farketmez) mafya-polis ikilisi içerisinde döktürdüğü filmlerden birini koysaydınız programa, Hong Kong'lu seyircinin görüşleri, dünyada merak ettiğim en önemli şeyler sıralamasında birinci sıraya oturacaktı. Ama teptiniz bunu teptiniz! Ühü...
Şaka bir tarafa, gösterilecek Türk Filmleri beni hiç ilgilendirmese de umut ediyorum ki, karşılık olarak buralarda da bir Hong Kong Filmleri Festivali vuku bulur. Hatta Godfrey Ho, onur konuğu olur. İnanın ya da inanmayın, şu son sarfettiğim cümle üzerine bir amin çekmeden çıkarsanız bu blogdan, ömrünüz korkunç çöplükte Hong Kong filmi izlemekle geçsin inşalla. Amin!
Boş işler bunlar...