30.12.09

ASLINDA BEN YOKUM

Bu hafta Çarşamba Pazarı'nda made in china açısından işler kesat okuyucu. Ben de o zaman fırsat bu fırsat, öğle tatilinde oturup kalmamak için, şöyle Draman'a doğru yürüyüvereyim dedim. Gezi güzergahlarım dillere destandır. Bir defasında Ayvansaray'a gitmek için sur dibine istikametimi değiştirip Sulukule'ye saptığımda, yanımdaki arkadaşım korkudan paniğe kapılmıştı. Bilmiyor ki pelerinim hep sırtımda... Neyse benim yazacağım şey bu değildi aslında...
Dünden itibaren kendi kendime bir karar aldım. Öğle tatillerini çevre gezilerine ayırmak. Zira yerimde oturduğum an, birilerinin birşey istemesi Allah'ın emri gibi bir durum oluşturduğundan, kaçmakta beis görmüyorum. Çevre dediysek, 10bin kere olmasa da hatırı sayılır miktarlarda gittiğim, 5bin kere olmasa da illallah getirtecek sayıda fotoğraf çektiğim çevreden bahsediyorum. Bugün Draman'a, küçük bir Bizans Kilisesi'nden bozma, İstanbul'da en sevdiğim yapılardan biri olan Hırami Ahmet Paşa Camii'ni, yaklaşık 3 yıl sonra yeniden görmek için gittim. Tüm o Bizans kiliselerinin adeta küçük bir prototipi gibi, daracık bir sokağın arkasına saklanmış bu yapıyı bağrıma sokasım geliyor ama malum, ortam müsait değil! Fotoğraf çekmenin artık ızdıraba dönüştüğü şu yaşamımda, eski bir alışkanlık olarak yine bastım deklanşöre ama geri patladığından, sizlere dün gezdiğim Zeyrek civarından fotolarla veda ediyorum. Haftaya görüşmek üzere... (Üstü kebap, altı şişhane oldu değil mi?)

Osmanlı'nın Bizans'a nüfuzu...

Bozdoğan (Valens) Su Kemeri'nin sonuna doğru...

Hâlâ faaliyette olan bir dokuma atölyesinin, sokağa taşan ritmik gürültüsünü yalıtan ahşap kapısının tabelası

29.12.09

KÖTÜRÜM İNTİKAMCILAR

Yapacak çok daha iyi bir işim olmasına rağmen, şu an burada oturup bir kung fu filmi yazdığım için kendimi alnımdan öpmek isterdim. Lâkin hayat, insana o kadar cömert(!) davranmıyor. Beni böyle bilgisayara kilitleyen film, şeriat kanununun “kısasa kısas”ının bir benzerini kendine temel almış, Hong Kong’un bir numerolu yönetmenlerinden Chang Cheh’nin elinden çıkma. Bu vesileyle uzun zamandır ihmal ettiğim kung fu filmlerinden özür diler, ninja pijamalarıma bürünüp, filmi yerlebir etmek için ilk girişimi yaparım. İmtihan başlasın!

Klasik uyarımı yapayım. Tüm konuyu anlatıyorum. İstemeyeceğiniz kadar detaya giriyorum. “Yok ben bunu seyredeceğdim de, oha bu kadar da açık verilir mi be yav” gibi farklı şivelerde serzenişlerinizi mailime atın… Ha bir de istediğiniz merciye şikayette serbestsiniz. Bir de +18 diyelim, aşırı şiddet gösterisinden dolayı…

Tian-nan 3 Kaplanları adındaki bir grup adam (adından da anlaşılacağı üzere 3 kişiden oluşmaktadırlar), Kara Kaplan Stilinin ustasıyla (Chen Kuan Tai) kapışmak üzere evini basarlar. Kara Kaplan ustası evde değildir ama onun yerine karısı ve oğlu vardır. Ustadan neden intikam almak istediklerini hatırlayamadığım-ki bir şey kaybetmiyoruz merak etmeyin-bu adamlar, madem öyle işte böyle diyerek, ustanın karısının bacaklarını, oğlunun da kollarını dirseklerden olmak kaydıyla oracıkta hunharca kesiverirler. Usta eve döndüğünde karşılaştığı manzara neticesinde geri dönüşümlü intikamını, üç adamı kendine has tekniğiyle öldürmek suretiyle sıcağı sıcağına alır. Daha sonra da kasabanın en iyi demircisinde, oğluna demir kollar yaptırır. Karısı için yapılabilecek bir şey yoktur, zira kendisi, benim de görmeyi çok arzuladığım diğer tarafa bilet kazanmıştır. Hem de tek yön!

Kara kaplan stilinde usta olduğu kadar,kara vicdanlı olduğu da gözlerden kaçmayan usta, sanki intikamdan, çok iyilik görmüş gibi, oğlunun kollarını kesen adamların soyundan intikam almaya devam etmek için, oğlanı kung fu üstadı olarak yetiştirmeye başlar. Aradan yıllar geçer, oğlan serpilir. Göğüs kasları löpçük löpçük kıvama gelmiştir. Chang Cheh’nin gözünü sevdiğim dekolte kıyafetlerinin birinden kadın seyirciye göz süzer iken, babasıyla takıldığı tavernada, şimdi uzun uzadıya anlatamayacağım bir nedenden ötürü çıkan kavgada adamın birinin gözlerini demir elleriyle çıkarır.
Filmin adının vurgu yaptığı kahramanlarımızdan biri böylelikle ortaya çıkarken, ikinci kahramanımız için çok beklemeye gerek yoktur. Zira, oğlunun sakatlığını, her seferinde mazeret olarak öne sürüp, önüne gelene şiddet uygulayan sayko baba kara kaplana karşı, sabrının sonuna gelen başka bir adamın akıbeti de, kara kaplan tarafından önce zehir içirilerek dilsizleştirilmesi, hemen ardından da cani öğretmenler misali kulak çekmenin Hong Kong versiyonuna maruz kalarak sağır olması olarak tezahür bulur. Yönetmen Chang Cheh’nin, şiddet dozunu fantastik miktarlarda arttırdığı bu sahnelerde, çekilen acının yavaş çekimlerde izleyice sunulması da, izleyiciyi içine almayı başaran bir film olduğunun kanıtı değildir de nedir? Bana kalırsa böylelikle yönetmen, seyirciye iki şekilde de işkence yapmayı başarmıştır.

Aslına bakılırsa tüm sakat bırakma işleminin, kara kaplan ve oğlunun alınganlığından olduğunu söylemekte beis görmüyorum. Zira, üçüncü kahramanımızın ortaya çıkışı da, tam böyle bir sahneye denk gelir. Sokak ortasında kavga ederken, demir kolluya toslayan ve toslarken de “Benim kolum ve bacaklarım var” gibisinden oldukça yersiz bir söz sarfeden (ama demir kolluya değil) adamın bu sözlerinden alınan demir kollu ve ekibi, oracıkta herifin bacaklarını keserler.
Artık ‘Kötürüm İntikamcılar’ olarak adlandırabileceğimiz ekibin son üyesiyle tanışma vakti gelmiştir. Kara Kaplan’ın önüne geleni haşatladığını duyan ve kötüye ders vermek isteyen beyazlar içerisindeki Hero lakaplı kahramanımız da, okuduğu meydana, beyninin demir bir aletle sıkılıp, cücük hale getirilmesi vesilesiyle aptallaştırılarak cevap alınca, ekip törenle tamamlanmış olur. O halde sol baştan sayalım elimizdekileri; bir âmâ, bir sağır-dilsiz, bir topal (?) ve bir de aptal (çok özür diliyorum) (5 venomların 4'ü bunlar). İşte bu ekip, kendi intikamlarını almak için, bir kung fu üstadının yanına kapakları atacak ve her biri, öncelikle kendi engelini ortadan kaldırabilmeyi, sonralıkla da birbirlerine destek olabilmeyi öğrenecekleri kung fu stillerinde ustalaşacaktırlar. Aradan 3 yıl geçtikten sonra da Kara Kaplan ve oğlunun kapısında soluğu alarak hayırlı intikamlarını tamamına erdireceklerdir.


Ha şunu bileydin usta!

Klasik bir intikam ve erkekler arası dostluğun tipik bir örneği olan filmde açılış sahnesinde, Kara Kaplan’ın karısından başka kadın oyuncu bulunmamakta, ne hikmetse, o tek oyuncu da yalancıktan ölmek suretiyle, saniyesinde filmden silinip süpürülmektedir. Kendim gibi hassas seyircinin zaman zaman gözyaşlarına hakim olmakta zorlanacağı oldukça acıklı bir filmdir aslında Kötürüm İntikamcılar. Dahası alt metin isteyenler için, insanoğlu denen en birinci düşmanımın, görünürde sağlam olmasının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, aksine ruhundaki sakatlıkların nelere kadir olabileceğinin metaforik anlatımıdır desem k*çınızla güler misiniz bilemiyorum. Ama ben alışığım gülünmeye… Siz devam edin böyle… Yıllarca boşuna seyretmedim bu filmleri herhalde. Benim de intikamımı alacağım gün, gelecek elbet birgün…

Chang Cheh için yazdığım ikilikle noktalıyorum yazıyı;

"Üç adam dosttular.
Dövüşüp dövüşüp çoştular."


Müthiş kıyafetlerden seçmeler

Bu amca da araya kaynamış.
CRIPPLED AVENGERS A.K.A. RETURN OF THE FIVE DEADLY VENOMS 1978
Y: Chang Cheh
O: 5 Venomlar (Lo Meng, Philip Kwok, Lu Feng, Chiang Sheng, Sun Chien), yüce insan Chen Kuan Tai ve adını yazıda hiç geçirmediğim ama bu gidişle ayrı olarak bir yazıya konu edeceğim Johnny Wang abim

BEN BUGÜN NE ÖĞRENDİM?

Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrenmeye çalışmanın, küçük şeylerden sinir kapmaya yol açtığını... Tabii herkesin 'küçüğü' kendine!

Hayal kırıklığı derecesi: %70

Aptallık derecesi: %90


Not: Aranızdan bir sivri çıkar da 'derece diyorsun ama yüzde yazmışsın' der ise, hiç demesin, şimdiden tehdit edeyim dedim.

HONG KONG'LU BİR YÖNETMEN; CHANG CHEH


28.12.09

ZOMBIE LOAN

"Oturmak yorar..."
Tüm gün oturarak, ufak çaplı kişisel bir rekor kırdığım yağmurlu bir pazartesinin akşamında, ilham perisinin dürtmesi vesilesiyle yazdığım bu tek dizeli şiirimin, Cesare Pavese 'nin kemiklerini sızlatmaması temennisiyle asıl konuya geçiyorum.

İçimizin dışımızın zombilerle dolduğu son zamanlarda, 2007 yılında yapılmış Zombie Loan adlı animeden yalapşap bahsetmek istiyorum. Resmi olarak 'shounen' türü gözüken anime, Shinigami yani ölüm tanrısının görme yeteneğine sahip bir kızla, onunla aynı yaşta, legal zombi olan iki oğlanın, 'insan' hayatlarını geri kazanabilmeleri için, illegal zombileri avlamalarını anlatıyor. Toplam 13 bölümden oluşan bu anime, Pitch-Pit diye tanınan iki bayan manga çizerinden oluşan grubun aynı adlı mangasından uyarlanmış. Her ne kadar finalinin ucunun açık olmasına rağmen, 2.sezon gibi birşey yapmamaları, animeyi sevenleri şaşırtmış olsa gerek. Lâkin, artık yaşımı başımı almaya başladığı farketmemden midir, nedir, bilmiyorum ama bana kalırsa, bir sonraki bölümün konusunu, bir önceki bittikten sonra yazdıkları kanısına vardığımdan pek de şaşırtıcı değil. Buraya kadar animeyi beğenmediğim gibi bir izlenim vermişsem, ne münasePet canım! oldukça sevdim, hatta eğlendim. Ama bazı animelerde olduğu gibi, beni ekrana yapıştıracak bir hava da bulamadım Zombie Loan'da.

Yeniyetmeler için anime sözlüğü yapmadığımdan, çok fazla olayı didiklemeyip, açılış ve kapanış parçalarının tam da istediğim tarz (açılış şarkısı The Birthday'den Yûsuke Chiba'nın, kapanış şarkısı Mucc'tan Satochi'nin), bol gürültülü olduğunu belirtip, şu an hâlâ oturmaya devam ettiğimden, hiç istifimi bozmadan, youtube'dan arakladığım kapanış şarkısıyla yazıyı tamamına erdireyim diyorum.


26.12.09

KOCAKARI YÖNTEMLİ POLİS

Şu filmi de aradan çıkarayım da kafam rahatlasın. Bu defa korku-komedi türünün Hong Kong’lu üstadlarından biriyle devam ediyorum. Lam Ching Ying abimi, daha önce Mr.Vampire filmi vesilesiyle buraya misafir etmiş idim. İşte şimdi de henüz geçenlerde elime geçen Magic Cop DVD’si vesilesiyle yeniden ağırlayayım diyorum.

Biliyorum ki korku-komedi türü seveninden çok, nefret edeni bulunan bir tür. Benim de, çok favorim olmamakla birlikte karşı olduğum bir tür değil. Aslında aynı anda hem korkuyu hem de komediyi dengede tutan bir filme rastlamak zor olduğundan, genelde bu iki öğeden birine ağırlık vermiş -ağır öğe genelde komedi oluyor- filmlerle dolu piyasa. Açıkçası, ben de oturup böylesi bir filmin korku unsurunu kaale alacak değilim elbette. Benim derdim, son derece ciddi surat ifadesiyle insanı rahatsız edici biçimde güldürmeyi başaran Lam Ching Ying abimin, bu defa nasıl döktürdüğünü izlemek.
Eski bir taocu rahip olan polis Lam amcanın komşusu yaşlı teyzenin başka şehirde yaşayan torunu ölünce (tamlamaya bak!), cesedi teşhis etmek ve hatta teyzeye getirmek için Lam amca, kendi yeğeniyle yola çıkar. Torunun ölümü normal bir ölüm değildir. Zira uyuşturucu kaçakçılarının peşinde olan polis ekibi, bir lokantaya pusu kurmuşken, ortamda, eline kelepçelenmiş bir çantayla ‘buz’ gibi oturan yeğen, polise direnç gösterince, çıkan çatışmada ölür. Torunun çatışma esnasında ölmesi, olayın sadece bir yüzüdür. Çünkü otopsi odasında cesedi inceleyen Lam amca, torunun polis kurşunuyla değil, çok daha önceden öldüğünü ve buz büyüsüyle dondurulurak canlandırıldığını farkeder. Tüm bu büyü müyü laflarına anlam veremeyen çömez polis ekibinin birbirine zıt iki karakteri, bu andan itibaren, Lam amcanın eski iş arkadaşı olan amirlerinden, olayı Lam amcanın devralacağını ve ikisinin de ona yardımcı olması gerektiği emrini alırlar. Çömezlerden biri, mantıklı bir açıklama bulamadığı şeylerle karşılaşmaya başladıktan sonra Lam amcaya ısınırken, diğer çömez polis, son dakikaya kadar amcaya muhalefet etmeye devam edecektir. Lam amca ise, son derece seri hareketlerle birleştirdiği kocakarı metodlarıyla uyuşturucu kaçakçısı çeteyi anında ortaya çıkarıp, büyü işinde en az kendisi kadar yetenekli kadın elebaşını alt etmeye çalışacaktır. Üçüncü elemanımız seyirci de isterse kahkalarla, isterse benim gibi içinden gülerek hoş bir film seyretmenin keyfine varacaktır.
"Kısa kes, bişey havası olsun dediler
Peçeteye yazıp öne gönderdiler" iki dizeli şiirimden sonra doğrudan sahnelere geçip, bir komedi filmini anlatmanın zorluğunu gözünüze sokmak istiyorum. Bir de Lam Ching Ying abiye başka bir film vesilesiyle daha sonra eğilelim...
1. yetenek böyle birşey. Ateşten fırlayan ruhu, zapt etmek için bir çırpıda kağıttan beden yapan Lam amca.

2.Şüphelinin kaçmasını engellemek için ayağına kelepçeyle kendini bağlayan 'zeki' polis!

3. Eski kafalı Lam amcanın, çömez polisinin haddinden fazla modern evinde Feng Shui hesabı yaptığı düzenleme ve hemen sağ tarafta, telefon kulübesi şeklindeki hela!

4. Böğrüme bıçak sokan kedicik. Ki az sonra uğradığı şiddet gösterisini koymaya vicdanım el vermedi...
5. Japon uyuşturucu kaçakçısı(başka millet olsa şaşardım!) çetesinin lideri kadının, kurbanını kukla gibi oynattığı an!
6. ve son olarak kültürlerarası etkileşim; şişe çekme!

GENJI MONOGATARI

Az önce hayatımda ilk defa hıyarın birine beddua ederek tüm enerjimi harcadığımdan kısa bir anime yazısı yazıp, öfkemi çıkarmak üzere uzayacağım. Umarım bu defa öfkem sandığımdan uzun sürer ve bedduamın akıbetini görebilirim. O yüzden, büyükler, siz duymamış olun, küçükler, siz de kulaklarınızı kapatın. Aslında Genji Monogatari Sennenki/The Tale of Genji adlı animeyi keşke şu öfkeli halimle seyretseydim. Sakinleşmeme müthiş etkisi olurdu. Hep yanlış zamanlama...
Mevzu bahis animenin önemi, Japonya’da, 11.yy’da saray soylularından Murasaki Shikibu adlı bir hanımefendi tarafından yazılan aynı adlı kitaptan uyarlanması vesilesiyle geliyor. Heian dönemi olarak adlandırılan bu dönem, kadın yazarların çokluğu açısından da oldukça ilginç. Genji Monogatari (The Tale of Genji), Murasaki Shikibu’nun, dünya çapındaki ilk psikolojik roman olması açısından en ünlü eseri. Her ne kadar türkçeye çevrilmemişse de, yazarın başka bir kitabını, Murasaki Shikibu’nun Günlüğü’nü (Hasan Âli Yücel Klasiklerinden, Türkiye İş Bankası Yayınlarından yayımlandı), türkçe okuma şansınız var. Biz gelelim animeye.Tezuka Productions’ın 2009 ürünü olan animenin yönetmeni Osamu Dezaki efendi. Benim gibi isim hatırlama özürlü varsa içinizde, kendisi, Berusai No Bara nam-ı diğer The Rose of Versailles/Lady Oscar, Nobody’s Boy: Remi, Shuranosuke Zanmaken: Shikamamon no Otoko/Sword of Truth gibi animelerin yönetmeni olur. Fazla söze gerek yok yani, onu demeye çalışıyorum.
Konuya gelecek olursak, Genji, adı ısrarla belirtilmemiş Japon imparatorunun, son derece yakışıklı oğludur. İmparator, Genji’ye karşı öyle bir muhabbet besler ki, bu kızdan daha güzel oğlanın, imparatorluk işleri içerisinde heba olmasını istemediğinden, imparatorluk sarayının dışında büyümesi için, onu uzağa gönderir. Dolayısıyla, Genji hiçbir zaman tahta geçemeyecektir. Henüz 9 yaşındayken, kendi sarayının havuz kenarında gördüğü, kendisinden bir kaç yaş büyük kıza abayı yakan Genji, hayatı boyunca peşini bırakmayacak bir aşka ve elbette ızdıraba da kapısını açmıştır. Halbusu yüce insan Nick Cave’in şu şarkısını dinleseydi, hazırlıksız yakalanmamış olurdu diye de düşünmüyor değilim; So if you're sitting all alone and hear a knocking at you door,and the air is full of promises, well buddy, you've been warned! (Uzun zamandır Cave hazretlerini bir yerlere sıkıştırmıyordum, iyi oldu bu...). Daha çocuk yaşta aşık olduğu o kız, babasının yeni eşidir ve işin kötü(!) tarafı, onun da duyguları Genji’ye yöneliktir. İşte bundan sonrasında kız izleyici mendilini hazırlasın uyarısında bulunma mecburiyeti hissediyorum.
Lakin bu öyküde her ne kadar bir tane ‘derin’ aşk var ise de (derin derken ne kastettiğimi ben de pek bilmiyorum doğrusu), ona ek olarak, etkileyici Genji-Sama’nın etrafında başka türlü aşklar da mevcuttur. İmparatorun karısına karşı duyduğu aşkın imkansız hale gelmesi ve prens olması dolayısıyla başka bazı saray içi evlilikler vs gibi nedenlerle o çiçekten bu çiçeğe konan Genji, her ne kadar gününü gün eder gibi bir izlenim verdiyse de, hikayenin asıl anlattığı şey, saray içi ilişkiler ve her biri oldukça farklı karaktere sahip saray erkanının halleri olması dolayısıyla belgesel niteliğinde izlenebileceği kanısındayım. (Ya kardeşim, kısaca Genji’nin kadınlar arasında heba olması de, geç, ne uzatıyorsun? Noldu? İmparator, “yavrum içişlerinde heba olmasın” dedi, bu sefer de kadınlar yedi bitirdi gül gibi adamı. İmza içimdeki hanzo...)
Toplam 11 bölümlük animenin pembe dizi formatında olduğunu ekleyeyim. Zira ben hep “Şimdi aksiyon olacak, şimdi kıyamet kopacak!” diye beklediysem de yalnızca 3.-8.-ve 11. bölümde aksiyona yönelik ufak sahneler var. Dolayısıyla, doğrudan kız izleyiciye hitap ettiğini söylemekte beis görmüyorum. Görsel olarak oldukça doyurucu olan hikayeden, kişisel olarak biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Tüm o “Genji-Sama, kulun kölen olim” havası “Aksiyon istiyoz ülen!” altyapılı benim gibi odun bünyelere ağır gelebilir. Dikkatli olmak lazım. Son olarak bir gözlemimi de aktarayım. Genji, başta olmak üzere erkek karakterlerin çizimi biraz 70’ler havası verdi bana. Bir de açılış müziği ne alaka dedirtirken, kapanış müziğini de pek etkileyici bulamadım. Daha ağlak birşey beklerdim...
Tüh, sakinleştim...

24.12.09

PROF.FULCI ANLATIYOR

Restorasyona giriş ikinci dersimizi fazla kafa ütülemeden sohbet havasında yapmak istiyorum arkadaşlar. Zira her hoca gibi benim de öğrencime ayıramayacak bol zamanım var. Toplantının biri bitse bir diğeri başlıyor ben ne yapayım?! Birinci dersi kaçıranlar için, fotokopileri ozalite bırakmıştım. İsterseniz ordan bi göz atın önce. Sonra hemen hemen aynı seviyede, belki biraz daha hafif geçecek bu dersimi de alıp almamaya karar verin. Oh, ne uzattım gene. Sen öndeki, çok soru soruyorsun, dersi uzatıyorsun! Arkaya geç bakim!

Prof.Fulci anlatıyor;
Bu seferki konumuz, 1990 yılında Lucio Fulci tarafından çekilen Demonia adlı film vesilesiyle, uzun zamandır kafamı kurcalayan, insanların bilmedikleri meslekler hakkında atıp tutması. Zira çok dertliyim, tipik bir Hong Kong filmindeki gibi, şuracığa alenen kusmakta beis görmüyorum. Efendime fısfıs...

Not çıkarmayı seven öğrenciye kıyak: Filmin konusunu birebir anlatmak gibi bir derdim yok canımcım. Zaten yazacağım diye, hatırlamak amaçlı şöyle bir geçtim üstünden...



Sicilya’nın küçük bir kasabasında, arkeolojik kazı yapan Kanadalı ekibin, yemek kitaplarına Fulci usulü olarak geçen doğrama şekline maruz kalmasını anlatan film, tarihi çevrede çalışan (alan ya da yapı bazında) genç meslektaşlara öğüt vererek açılıyor. Zira asıl orada bulunma nedeni arkeolojik kazı olmasına rağmen, iş alanının hemen tepesindeki terkedilmiş tarihi manastırın düş gıcıklayan çekimine karşı koyamayan Liza, kazı başkanından, bir bilimkadını olduğunu unutmaması gerektiğini, bu yüzden de hülyalarını bir kenara bırakmak zorunda olduğu yönünde ilk ihtarını alıyor. Şimdi arkadaşlar, hepimiz arkeoloji, restorasyon vb. mesleklere başlarken hayal kurarak başlıyoruz değil mi? Yüzyıllar önce inşa edilmiş bir yapıda ya da bilmem ne historik dönemlerden kalma bir alanda çalışmanın ne kadar zevkli olabileceğini düşünerek mesleğe adım atıyoruz. Peki sonra ne oluyor da geri adım atma ihtiyacı duyuyoruz? Hayalimizdeki yapı barok çıkınca ister istemez zorlanıp, hay ben senin demiyor muyuz? Diyoruz tabii, demezsek ayıp olur. Ama beterin beteri var. Yatıp kalkıp, gotiğin bizde olmayışına dua etsek yeridir. Gözünü sevdiğim Osmanlı’nın klasik dönemi. Hep söylerim süs cinayettir diye...



İşte Liza, tüm uyarılara rağmen, yüzyıllar evvel, mahzeninde, 5 rahibenin, kasaba halkı tarafından çarmıha gerildiği manastıra girer. Bu noktada mesleğe yeni başlayan meslektaşlara bir uyarı vermektedir. Eski bir yapıya girildiğinde öyle her duvara yaslanılmaz bi kere. Ayriyeten, her yere el sürülmez. Hele her boşluktan örümcek ağları sarkarken, bir bayan meslektaşın elini, destek alma amaçlı duvara dokundurduğu görülmemiştir. Bunun örümceği var, efendime söyleyeyim akrebi var. Çıyan mıyan, o konulara girmek dahi istemiyorum ki dağlara taşlara...





Liza, kendi geçmişiyle bu rahibeler arasında bağlantı kurmaya çalışsın, bu esnada filme dahil olan kasaba halkı, hiç de misafirperver değildir. Ki bu durum bugünkü dersimizin ana konusunu ihtiva etmektedir. Efendim, filmde de görüldüğü üzere, kazı ekibinden ve bilhassa, Liza’nın manastıra ilgisinden hoşnut olmayan kasaba halkı, ekibe yüz vermemekte, fırsat buldukları her an, aralarında dedikodu yapmakta ve ekibin bir an önce kasabadan defolup gitmelerini istemektedirler. Allahın zavallı kullarından biri olan bendeniz de, çalıştığım yer civarında sürekli olarak çevre halkının hoşnutsuzluğuyla karşı karşıya kalmaktayım. Bazen yılar gibi olsam da, genel de bu tür insanlarla cesurca savaşmaktayım. İşi gücü olmadığı halde, tüm gün şantiye etrafında takılarak, farklı mevzilere konuşlanan bu amca ve teyzeler, suratımda hafif bir ışık gördükleri her an (ki somurtuğun önde gideni olduğumdan yaklaşmak öyle kolay değildir), “Ne zaman bitecek yavrım inşaat?” temelli soruyu yüzüme çarpmaktan çekinmezler. İlk başlarda, sakince ne yaptığımızı, restorasyonun ne olduğunu anlayabilecekleri dilde açıklamaya çalışırken, zaman içerisinde sorunun “Ne zaman bitecek yavrım restorasyon?” halini almasından dolayı, ben de tavrımı biraz sertleştirme gereği duydum. Cevap vermek adına sert çıkıp, ister istemez ağlamaklı ses tonuna bağladığım -ki yer yer işin içine günahı münahı da sokup, sinsilikle kendimi acındırdığım da olmuştur- anlardan sonra çenemi yormanın boşuna olduğunu farkettiğimden, artık soran olursa, iş tabelasının yerini gösterip, “Orda yazıyor!” demekle ve yahut hiç kaale almayıp, “Bilmiyorum teyze, ben de öylesine bir çalışanım burda” demekle yetiniyorum. Arada bir, banklarda oturan amcaların, çalışmaktan anası ağlayan işçilere bakıp bakıp, “Bunlar bir işi beceremiyor, Osmanlı nasıl yapmış koskoca camiyi?” serzenişlerine kafa göz girmek istiyorum ama bu memlekette doktorluğu bile ‘iki tıktık bir tıktık’ diye tanımlayan insanların var olduğunu bilmek beni engelliyor. Diyeceğim o ki, genç, seçtiğin yolda, önüne, kafanı aptal saptal sorularla doldurup, ters etkiyle boşaltmak isteyecek insanlar çıkacaktır. Sana bu konuda yararlı olacak seçmeli dersin Ninja Sinsiliği olduğunu hatırlatmak isterim.


Kamp alanında akşamları, kazı ekibi içkili çalgılı eğlenirken, dantelli geceliğini yanında getirmekten kaçınmamış Liza da sürekli rahibeleri ve manastırı düşünmektedir. Filmin ilerleyen dakikalarında, faaliyete geçen gizli güçlerin, falcı bir kadınla karşılaşıp, manastır ve çarmıha gerilmiş rahibeler hakkındaki gerçekleri öğrenen Liza'ya, kazı ekibine ve kasaba halkına musallat oluşunun hikayesini, umarım filme daha saygılı bir tonda, bir sitede okuma fırsatını bulursunuz. Ben geleyim son olarak doğrudan bayan meslektaşları ilgilendiren meseleye. Aslında kişisel olarak inşaat işine pek cinsiyet açısından bakmıyorum ama filmde, gündüz vakti Liza’nın erkeksi kıyafetler içerisindeyken, gece çadırında dantelli geceliği içinde olması ne demektir, tartışılabilir. Konuyu şöyle bir çıtlattıktan sonra, Liza’nın 80’lerin korkunç modasının kurbanı olduğuna bağlayıp kısa yoldan dersimizi burada sonlandıralım.


Filmin nasıl sonlandığını soran arka sıradaki öğrencime cevap verirsem, ekibin açık havada çalışmasından dolayı, senaryo kağıtlarından bir kısmının rüzgara kapılıp uçtuğunu söyleyebilirim sanıyorum.

Ha, bu arada Fulci usulü göz çıkarma, vücudu ikiye ayırma, delme ve torna stillerine çalışın, haftaya sınav yapabilirim.

Arkeolog Liza'ya gel! Hanfendi, tarihi freskoyu hunharca parçalarken!


Boş işler bunlar...