20.2.10

KARA BÜYÜ

Asıl bunu eklemeyi unutmuşum!!!


"İşte geldim burdayım" demek isterdim ama Karayip'lerdeki tatilim çok tatlı geldi. O yüzden temelli dönemesem de kısa da olsa biraz saçmalayayım diyorum. Dolayısıyla, kara büyüye giriş niteliğindeki iki adet Shaw Brothers korku filmine (Jiang Tou/Black Magic-Gou Hun Jiang Tou(Black Magic Part II) Ters Ninja üzerinden ulaşabileceğinizi bildirmek istedim. Okuma ve buraya dönme zahmetine katlanırsanız, aşağıda, filmden apartılmış sahnelerle ilgili saçmalıklarım sizleri bekliyor (Ne kadar anlaşılıyor bilemiyorum doğrusu ama...). Karayip'lerden birşey isteyen olursa, mail atasın a dostum...


1. Filmin benim açımdan en güzel süprizi ne olabilir sizce? Bloğun her yerine sinmiş, büyük aşkım, Tek Gamzeli Kahraman Norman Chu'yu kısa da olsa bir sahnede görmüş olmam tabi ki! En kısa sürede amcanın başka bir filmini ele almaya çalışayım o halde. Kısmet...

2. İlk filmdeki Kara büyü hocasının (cinci hoca da olur), Hamletvari bu saçmalığı hakkında saçmalayacak takatim yok. Zira resim herşeyi açık seçik ifade ediyor sanıyorum.

3. Filmden beni koparan en gerçeküstü sahne! Büyücü, göz koyduğu kadını etkilemek için hokus pokusla yakışıklı bir hale gelirken. Fark gören varsa 0 800 00 01'i arasın lütfen...


4. Mezar soygunu. Resimsel açıdan güzel bir sahne olmuş da, o feneri neden o kadar öne koymuşlar anlamadım ben. Burada, yönetmen bize, sanatsal açıdan bir şey mi demeye çalışmıştır acaba? Bilemedim...

5. Müyendiz Ti Lung efendi, artizlik olsun diye baretini yana 'kaykıldırmış' (o da ne demekse artık). İş güvenliği yasası madde 14'e göre cezası kesile!..


6. Beterötesi görsel efekt. Her ne kadar seyircide bir yabancılaşma hissi yaratıyorsa da seviyorum ben böylelerini. Beter olayım o zaman, bir şey demeyin...


7. İkinci filmde, büyücü rolündeki kötü karizma Lo Lieh bağırıyor "Rise, my children". Uydurdum yok öyle bir şey. Ama bağırsa daha iyi olurmuş gibi geldi bana...



8. Nehirdeki timsahın karnından çıkan terlikle açılıyor ikinci film. Bu terliği, filmde kullanılan eşyaların satışı gibi bir etkinlikte bulma şansımı tartışmak istiyorum.

9. Buna çok güldüm doğrusu. Sen kalk, koskoca cinci hoca ol. Ona rağmen zombilerinden ziynet eşyası arakla. At cebe abi, at cebe...
Ya işte böyle dostlar. Hayat akıp gidiyor vallahi. Fırsatım varken biraz daha yan gelip yatayım diyorum. Darısı tatili özleyenlerin başına...

15.2.10

BU BİR ÇATLAK DEĞİLDİR!

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin ilk mahsullerini (Kızılca-sama’nın nev-i şahsına münhasır o yüce başlangıç cümlesine saygıyla), toplamaya başlamış bulunuyorum. Kendime ve hayattaki yegâne sevdiceğim uykuma zarar verme pahasına (hoş, yegâneliği elden gitmek üzere ama o başka hikâye) başladığım bu seneki film yolculuğumun, bu bloğu az buçuk ilgilendiren ilk filmi Here hakkında 1-2 şey yazmazsam ayıp olmaz ama ben yine de yazayım, bu arada kafamı toplarmış gibi yapayım dedim.

Nedense akıl hastası ya da ruh hastası olarak tanımlamanın içimden gelmediği, onun yerine hayatın rutini içine ‘çatlak’ açmayı başarmış bir grup ‘hasta’nın, yerleştikleri akıl hastanesinde, videocure adı verilen yöntemle tedavi sürecini anlatırmış gibi görünen, oysa asıl derdi, insanın doğrudan kendine hitap ederek söyleyebileceği ‘beni’ orda arama olan, aslen video ve performans sanatçısı olan yönetmen Ho Tzu Nyen’in ilk uzun metrajlı, cümleyi biraz daha uzatmaya devam edersem, ortaokul İngilizce örtmenimin beni alnımdan öpeceğini düşündüğüm (zira var mı Türkçe’de böyle upuzun cümleler?!) bir film Here. Filmin ıcığını cıcığını çıkarmadan, başka bir tarafımdan anlamış olabileceğime dair şüphelerim olsa da dillendirmektan çekinmeyeceğim kıssadan hissesine gelecek olursam, geçmişi değiştirmeye çalışmanın anlamının olmadığı, geçmişi değiştirmeye çalışmaktansa, yani ‘orada’ çakılı kalmaktansa, aksine şimdi ‘burada’ olmanın değerini bilmek gerektiği gibi kimisine moral bozucu kimisine moral verici şeylerden bahsettiğini yazarım filmin çekinmem. Bunalım ruhlar, sırf filmi kendi taraflarına çekmek için az önce bahsettiğim malum yerlerinden bir şeyler uydurmaya kalkışacaklardır ya ben de mutlu olmak istiyorum, gülmek istiyorum hahaha! Öhö! Ne diyordum…
MÜDÜRİYETTEN RESMİ UYARI: Duchamp-Foucault ve bilimum diğer görsel-sessel sanatlar açısından konuya yaklaşacak olan arkadaşların, tam da “burada” hızla uzaklaşmalarının kendi akıl sağlıkları açısından uygun olacağı uyarısını vererek, ben geleyim boş beynimin takıldığı, Komakine’nin da gülmekten kendini alamayarak, “intikam alınacaklar” listeme girmeye hak kazandığı filmle ilgili asıl sorunuma. Belki malumunuz belki değil, mimari restorasyon denilen zımbırtı, aslında ‘tarihi’, halk dilinde ‘eski’ olarak tabir edilen yapıların iyileştiricisi yani bir nevi doktorluğudur. Tarihi yapılarda meydana gelen hasarlara baktığımızda, statik bazı sorunlar dolayısıyla çatlakların başı çektiğini söylemek yanlış olmaz sanıyorum. İşte bendeniz de, meslek içinde ‘Çatlak Master’ ünvanına oynadığımdan (hem meslekî hem de kişisel olarak alınabilir anlam), filmin ana karakterinin, hastaneye yolunu düşüren vukuatının önünü açan ‘çatlak’ mevzusuna takılmasam kendimden bittabii şüpheye düşebilirdim. Karısını öldürme eylemi öncesi, tavandaki bir çatlağa takılan adam gibi benim de oldukça ilgimi çekmiş olan bu çatlak, acaba benim zihnimde ne gibi zararlara yol açacaktı. Buyrun, bakalım hep beraber:
Bu bir çatlak değildir!
Efenim, resimde A noktası olarak gösterdiğim yer, çatlağın başlangıç noktası olup asıl tetikleyicinin de yerini göstermektedir. Çatlak efendi, tetikleyicisine uyuzluk olsun diye sürekli ondan uzaklaşmaya çalışırken hep kendinden dışarıya doğru dallanıp budaklanacak, hissizleştiği anda da durma noktasına gelecektir. Burada önemli olan ‘dışarı’sıdır. Yani yuvarlak içine aldığım alandaki ana çatlak parçasının tersine dönmüş çatlaklar, gerçeği yansıtmamakta olup, filmin gerçekçiliğine kendi açımdan müthiş bir darbe vurmaktadır (Abartı Gıraliçası oldum şu an). Kendi açımdan bu darbeyi savuşturacak tek şey ise herhangi bir yerden başlayarak ‘yanlış’ sonlanan ve televizyona inmek suretiyle köşeden devam eden her iki çatlak arasındaki o pürüzsüz mesafe aslında, başkası tarafından görünenle görünmeyen, görünenle görünmeyecek olan, görünenle görülemeyen arasındaki insan hayatının bir tezahürü değil de nedir?
“Bu ne saçma bir yazı be!” diyerek eleştiri oklarını üzerime atmaya kalkışacaklara gözdağı vermem gerekirse; Kardeşim, saçma olan hayatın kendisi zaten. Benim de biraz katkım olabildiyse bu açıdan, ne mutlu bana.

manet-manet-manet-manet ?

8.2.10

NİNJANIN AÇIK ARTTIRMAYLA İMTİHANI

Elimde olan nedenlerle film yazılarıma kısa bir süre ara verdim dostlar. En kısa zamanda, yaklaşık 1-2 gün içinde (zaman vermesem iyi olacaktı ya, zira ne zaman kesin bir şey söylesem, yalancı durumuna düşüyorum), sizleri yeniden esir alacağımın müjdesini verirken, fırsattan istifade son zamanlardaki faaliyetlerimden bahsetmek istiyorum. Ninjanın bir günü/haftası/ayı/yılı nasıl geçer temelli geyiklere her yerde rastlayabilirsiniz ama Ninjanın Açık Arttırmayla İmtihanı’na daha önce hiç denk gelmediğinize kalıbımı basarım (Aman dikkat! Altında kalmayın. 1-2 Ninjanın ölümcül cüssesi senin için geldi. 3-4 ninja olmak için yüzünü sıkı ört…).

Geçen hafta içinin sonuna doğru bloglar arası bir açık arttırmaya katıldım. Çok sevgili Misiz Vildan Abla, arada bir ağız sulandırma pahasına yemeklerden bahseder, insanı lapırtopurunu yalamaya kadar gidecek upuzun bir sürecin kıyısına kadar getirir sağolsun. İşte o gün de, okuyucusunu koskoca bir turşu kavanozuyla buluşturmuş, al imza ver adres mahiyetinde, isteyenin elini çabuk tutmasını bildirmişti. Turşu seven, ama sevdiceğine sağlık nedenleriyle ve annesinin “Ulan ben yapıyorum ben yiyorum bir tek! Hayatımı size feda ettim be” temelindeki her daim beyninden gitmeyen korkutucu nutku neticesinde, bir türlü kavuşamayan tüm evkızları adına suskun kalmış, yazıya gelen yorumları meraklı gözlerle takip etmiştim. Kısa süre içerisinde, bu derviş sabrım, donuk kanımın kaynamasına sebebiyet verecek olaylar silsilesiyle karşılacak, Hayal Kahvem’in beyaz sayfalarında turuncu turuncu portakallayan pek tatlı bir şeye karşı koyamayacaktı.


Önce, Misiz Vildan Abla’nın cimrilik kisvesi altına sakladığı cömertliğini test etmek için, arkadaşı Oya Hanım’ın o öpülesi elleriyle yapılmış kocaman bir kavanoz portakal reçelini hedefime alarak, “Abla, sıkıysa bundan gönder” diyerek can damarına basma planım, her yaptığım plan gibi bozulmuş (bu durumda nasıl mimarlık okuduğumu bilemiyorum doğrusu. Plan çiz boz plan çiz boz. Hayat değil lan bu!), Misiz V.A., “Çabuk adresini gönder, getirtme beni oraya!” diyerek, kanıma girmişti bir kere. Çok mahcup olmuştum ama mahcubiyetimin derecesi, kargo elime ulaştığındakiyle boy ölçüşemezdi. Bir kere daha görünürde kan olmamasına rağmen ortam kırmızıya boyanmış, İzmit’li olduğunu düşündüğüm Misiz Vildan Abla’nın kökeninin Rusya’ya kadar gittiğini düşünmeye başlamıştım. Zira kutu içinde kutu şeklinde, bir insan evladını, karnı tok sırtı pek vaziyete getirecek Misiz Vildan Abla’ya özgü olduğunu tahmin ettiğim MVA Kiti’yle karşı karşıyaydım. Kendisi, hiçbirini kendisinin yapmadığını iddia etse de, kendisinden kaynaklı bir ‘insanlık’ çemberi var çevresinde belli ki.

Sabah sabah daha fazla gözyaşlarına boğulmak istemiyorum. Çünkü "sen boğulmuyorsun anca bizi boğuyorsun" eleştirileri alıyorum. Severim sizi kırmam hiç.

Doğrudan Misiz Vildan Abla’ya sesleniyorum son olarak. Abla yapanların, yaptıranların, senin de ince düşüncenin ellerine sağlık. Reçeli bu sabah adam gibi yedim. Aileyle yapılan Pazar kahvaltılarının tadının tek bir reçelle sağlanması gerçekten garip bir duyguydu. Sonsuz teşekkürler ediyor, Oya Hanım’a selam söylüyorum. Reçel kabın güvenli ellerde. Eğer birgün hamarat olabilirsem, “verilen kabın boş döndürülmemesi” kuralını yeniden ihya etmek üzere çalışmalarıma başlayacağım.

Yazıya sıkıştıramadığımı sona ekleme zımbırtılı not: Gariptir, insanı asosyalliğe ittiği söylenen (candan inandığım) internette, bloglar sayesinde güzel insanlarla tanıştım şu son 1 senedir. Onlar kendilerini çok iyi biliyorlar, tek tek sayıp dökmeye gerek yok şimdi. Hâlâ da tanışmaya devam ediyorum. İnançlarım sarsılıyor...

6.2.10

NİNJANIN ÖLÜMCÜL ŞAPLAĞI

Yazıya geçmemiş ‘sözlü insanlık tarihi’nde ‘yürüme adabı’ diye bir şey olmalı muhakkak. Oturduğum kahvelerin camekânları ardından ve yahut bizzat yürüdüğüm zamanlarda gözlemlediğim kadarıyla, tıpkı örf ve âdetler gibi ‘yürüme adabı’ da yok olmaya yüz tutmuş durumda. Elbette bozulmaların ilk başladığı nokta olarak insanlık tarihinin başladığı zamanı kabul edebiliriz rahatlıkla. Ama o kadar eskiye gitmeye ne hacet! Bugünkü vaziyet, kâfi derecede bereketlidir diye düşünüyorum.

Dediğim gibi insanlık tarihinin başlangıcından itibaren yalpalayarak yürüyenler (bkz: sarhoşlar), tutarlı şehirleşememenin getirisi olarak vitrin önlerinde durarak yolu daraltanlar (bkz : kokoşlar) ve elbette her daim, bir tanıdığını görerek yolu tıkayanlar (bkz: komşu Ayşe Teyze) mevcuttu. İlkokulda, toplum içinde yaşamanın uyulması elzem kuralları olarak otobüste konuşulmaması, yemek yenmemesi vb. gibi kuralların yanında, yol ortasında tanıdık görülürse hemencacık bir köşeye çekilinmesi gerektiği konusunda yazılması istenen kompozisyonlar, artık istenmiyor sanıyorum. Gruplar çoğaltılabilir elbette ama son 10 yıldır, yol tıkayan yayalar, yanlarına, kaldırım üzerlerine veya çıkışlarına parkeden tenekeden arabaları eklerken, yalpalayarak yürüyenler güruhuna da gittikçe artan bir sayıda, cep telefonu kullanıcısı olarak adlandırılan ‘kendini bilmezler’ dahil olmaya başladı. Yürüyenler cenahında, baş düşmanım işte bu elde telefon, bir nevi sarhoş-zombi kırması yürüyüşü gerçekleştirenlerdir.

Bunlardan başka, henüz kaldırım denilen şeyin ne olduğunu tam olarak kavrayamamış bir millet olarak, her daim sakat bırakma tehlikesine sahip engebeli ve daracık kaldırımlarda, insan, yürüyeceğim diye kendi kendine müthiş bir mücadele verirken, tam önümüzde, kilometre ölçerlerin bile ölçemeyeceği bir hızda kol kola seyrine devam eden sevgi pıtırcıkları, elindeki poşetini veya şemsiyesini cinayet silahı olarak kullanmak üzere fazla salınımlı el-kol hareketleri yapanlar, sokak aralarında, plastik taburelerini (eskiden buralardaki tabureler hep hasırdı) kaldırıma yığan ve üzerine yan komşularıyla birlikte konuşlanan mahalle esnafı, ilk aklıma gelenler arasında bulunmaktadır.

İnsan, fiziki olarak kafasının arkasında göz bulundurmayan canlılardandır biliyorum (Öyle bir canlı varsa biri bildirsin bu arada) ama bu durumun beyin-anlayış-fikir üçlüsüyle ne alakası var ki? Ey insanoğlu, hâlâ utanmadan, dünya senin etrafında mı döner sanırsın? Sokaklar, parklar, istasyonlar sana mı ait? Toplu taşımayla ilgili hep 'çok kalabalık' diye şikayet edersin ama o kalabalığı adam gibi yürümeyerek kendinin yaptığının farkında olmaz mısın?

Öfkenin en kötü tarafı bir yerden sonra akıl yürütmeyi de durdurması. Azı karar çoğu zarar derken doğru demişler ya, cidden öyle. Daha fazla uzatmayayım. . Güneşli bir cumartesi dışarıda sizleri bekler. Sözlerime bir zamanlar Ulu Yürüyenlerimizin dediği gibi; “Yiğidin hası, yürüyüşünden belli olur” diyerek ve uyarımı yaparak son vereyim:

Unutmayın! Onların cep telefonları varsa, bizim de ölümcül şaplağımız var.
Ajanstan son haberler:
Yolda, kaldırımda, metroda onlarca kişi, bu akşam saatlerinde yürüme adabına uymadıkları gerekçesiyle tutuklandı. Halkın en büyük zaiyatı Beyoğlu’nda verdiği haber bültenimize gelen ilk duyumlar arasında. Götürülen halkın akıbeti hakkında endişe duyuluyor. Yetkililer endişeye mahâl olmadığını, adap yoksunu bu kitlenin en kısa zamanda terbiye edilerek, daha insani davranmak üzere serbest bırakılacağını bildirdiler. Şimdi; 'blogtan sesler korosu'...

2.2.10

YALVARIYORUM BEYAMCALAR!


Siz hiç, bir gerilim filmini gözyaşları içinde izlediniz mi? Ben izledim. O gün beynimden bir parçanın artık kullanılamaz hale gelip, yok olup gittiğini gördüm. Bir istirhamım olacaktı beyamca; lütfen alakasız filmleri bir araya getiren DVD’ler yapmayın. Biz ki geleceğin gençleriyiz (yaşım 3. En genç blog kullanıcısı da benim herhalde. Beyin yaşım, evet, beğenemedin mi?), kıymayın bize beyamcalar, beyabiler!

Hiç adetim değildir ama yemin ediyorum, yaşlanınca evsiz barksız, diğer deyişle çulsuz kalırsam, tüm sorumlusu şu aptal filmlere akıttığım ve akıtacağım parayı bir köşeye koymadığımdandır. Hoş, DVD’yi bu film için almadım, Cynthia Rothrock ablanın filmi için aldım ama iki film birden kuşağı kapsamlı DVD’deki öteki filme bakmasam olmazdı. Bu filme zaman harcayacağıma evkızı işleri yapmayı yeğlerdim doğrusu... Neyse söyletmen beni şimdi. Daha önce beni kızdıran hatırı sayılır miktarda film olmuştu. Sanırım şu an yapılabilecek en iyi ikinci şey, bunu da yanlarına ekleyip unutmaya çalışmak. İlk şeye gelince onu son paragrafta bulacaksınız. Şimdiye kadar ilk defa bir film hakkında bu kadar olumsuz yazacağım sanırım. Eh, darısı kötüleyemenlerin başına.


Daha film açılır açılmaz neyle karşı karşıya olduğumun ilk sinyallerini almış ama kendine işkenceyi bir sanata dönüştüren ruhum bu durumdan yararlanmak için seyretmeye devam etme kararı vermişti. Şiddetten hoşlanmayan bir polis, baskın yaptığı evde, zanlıyı en zayıf anında, tuvaletteyken basarak tutuklar ve hapse tıkar. Bu esnada, polisin yanına atanan çömez kadın polis (ulan ister istemez kadın diye ayırtetmek zorunda kalıyorsun işte. Bizi bu kalıpların içine sokanların gelmişini geçmişini tebrik eder, başarılarının devamsızlıktan kalmasını dilerim inşallah, amin), bana “Hemen uzaklaş, yoksa çok geç olabilir”in sinyalini daha şiddetli vermişse de, annemin hep bahsettiği ama benim hep yadsıdığım inadımdan olsa gerek, azimle seyretmeye devam ettim. Ben ki kantoncayı, mandarinceden daha sempatik bulurum, çömez polisin, merkezde bulduğu başıboş köpeği çağırıkenki çığırmaları, kulak zarımı patlatma raddesine gelmesine rağmen, hemencacık KBB ajanı ablamı arayarak, gerekli önlemleri nasıl alacağımın taktiklerini öğrenmiştim. İnsanın arkasında yeter ki ailesi olsun. İkinci badireyi de aile ferdim tarafından güç belâ atlatarak, kendimden daha emin bir halde seyretmeye koyuldum.
Bu iki sersepelek, yani polis ve çömezi, köpeğin peşinde kırlara bayırlara çıktıklarında tesadüfen çarmıha gerilmiş bir ceset bulurlar. Daha yüzüm gözüm demeden ilk ipucunun peşine düşerler. Ölen adamın evine girdiklerinde, dolaba saklanıp ölü taklidi yapan bir kızla karşılaşırlar. Kız adamın, kendisini kandırarak, bilindik performansından ‘sanatsal’ bir video hazırladığını, onun’çün eve girip videoyu çaldığını söyler ve serbest bırakılır. Bu esnada, videoyu polisin cebe attığını görmedim sanmayın. Ben daha bir şey anlayamadan, polis bir kadından, kadının kocası kamyon şoföründen ve sevgilisinden falan bahsetmeye başlar. Benim konuyu kavrayamamamın önemli nedenlerinden biri de, beyaz yüzeylere denk geldiğinde doğal olarak okuyamadığım beyaz altyazıdır. Yine de “Aman sen de! Ne filmler tükettim ben” artizliğini yaparak (havam kimeyse artık…) hâlâ devam ediyorum farkındaysan. Polislerimiz iz üstünde olmalarına rağmen çarmıha gerili cesetler hep tesadüflerle ve köpeklerle ilişkilidir nedense. Gizem unsuru, ömür törpüsü şeklinde devam ederken, asıl beni bitiren olay polis ve çömezinin birbirlerine dokundurma tarzındaki cilvelenmeleridir. Şahsen en sevdiğim cilvelenme tarzı da budur. Ne demiş atalarım “Hayatta laf soktuğun kadar varolursun!”. Yeri ve zamanı geldiğinde hep sözünü ettiğim atalarımdan daha ayrıntılı bahsetmek isterim doğrusu. Ama şimdilik filme geri dönelim.
İki şaşkalozumuz, çarmıhla bağlantılı olarak, bir kiliseyi ziyaret ederler. Burada konuştukları rahiplere ölen adamın kamyon şoförü olduğundan bahsedince, ben mi yanlış anladım inanın emin olamıyorum ama kamyon şoförlerinin trafikte çok kötü oldukları için öldürülmelerinin normal olduğu gibi, bünyede “Hö, Ha, Ne???” şaşkınlığı yaratan bir cevap alırlar. Şu noktada durup, hayatımı gözden geçirmek, nerede yanlış yaptığımı bulmak istiyorum. Kime kötülük yaptım da, bana böyle bir cezayı reva gördün Yareebbim?


Bu film nereye gitmektedir? Bilsem… Daha fazla uzatmadan kör düğümü çözeyim. Videocu kızın aslında bir ikizi vardır. Başta gönüllü başladığı seks işçiliğinden kısa zamanda sıkılıp ayrılmak ister. Ama etrafındaki adamlardan kolay kurtulamaz ve biri tarafından öldürülür. Kıza aşık olan gruptaki adamlardan bir diğeri de, gruptaki diğer adamları teker teker öldürmeye başlar (cümleye bak!). Seri cinayetlerini çarmıhla yapmasının nedeni, bir anlamda günahını kutsal saydığı çarmıhla örtbas etme isteğidir. Nasıl mantıksa artık. Sonra işin içine adamın karısı ve sigorta poliçesi filan da girer. Bir film insanı bu kadar mı meraklandırmaz kardeşim? En kötüsüyse, tüm bu çözülmeyi polis ve çömezinin tembelliğe kaçarak karşılık konuşarak anlatmalarıdır. Bari o kadar da yorulmayaydınız, vereydiniz filmin yanında senaryoyu, okurduk biz ordan. Tövbe tövbe… Of çok sıkıldım… (Not: en azından ben böyle anladım konuyu)
Filmden yanıma kâr kalacak tek şey, Hong Kong’un polis numarasının 999 olduğunu öğrenmiş olmamdır. Onu da googlesız günlerin hatrına henüz teyit etmedim. Birgün yolum Hong Kong’a düşerse orada ederim.

Kısaca filmdeki çarmıha gerilen kurbanlar gibi seyircisini de çarmıha germekte beis görmeyen işkence gibi bir film seyrettim. “E, madem o kadar kötüydü, yazmaya niye tenezzül ettin?” diyen fesat ruhlar için, işte sırf bu fesatlığınızdan “ben çok çektim bu filmden, siz de çekin!” diyerek intikam almak istedim. Sadık okuyucularım (nedense emin olamıyorum hâlâ olup olmadıklarından), bu vesileyle bir zamanlar okuyucaya attığım kazıkları hatırlarlar diye umut ediyorum. Yine de merhametim 100 milyonuncu kez kurusun, ben ettim siz etmeyin… Gözlerim yaş yaş, kuytu bir köşede ağlamak üzere uzaklaşıyorum ufka doğru. (İçlenerek) Ufuk ne yöndeydi, ağabey?

Bir son dakika haberi: Yalnızca 6 filmlik bir filmografiye sahip yönetmenin peşine şu dakika düşmüş bulunuyorum.


999 SHEI SHI XIONG SHOU/THE CRUCIFIXION 1994
Y: Danny Go Lam-Pau
O: Michael Chow, Hillary Tsui, Timothy Zao

GEYİK MÜZİKALİ

Tembelliğe devam...

Küçükken "Bu çocukta kulak var" diyen teyze ve amcalara inat, ilerleyen yıllarda yakuza olaylarına girip, kulağımı, Aniki ve Aneki'lerime armağan ettiğimden, müzikal anlamda her iki şarkı arasındaki 47 Ronin farkını bulamasam da, yalnızca anlamsal açıdan gördüğüm benzerliği, 2010 model geyik müzikali başlığı altında sergilemeyi kendime görev tayin ediyorum.

1.şarkı, Hayatımda pek bulaşamadığım Türkçe sözlü müzik grubuna dahil bir klasik olup, kendi başıma hiç baştan sona dinleme zamanı (kayıtsızlıktan)bulamadığım 'Nasılsın iyi misin?'. 2.şarkı ise, ta Japonya Hava Sahasından çeşitli player'larımı ziyarete gelen, meali aynen yukarıdaki şarkı gibi 'Nasılsın iyi misin?' olan şarkı. İki millet arasındaki temel farkı ise her iki şarkının ikinci cümlelerinden çıkarabiliriz sanıyorum; Ajda Pekkan hanımefendi, "Sorarsam söyler misin?" diye soru-cevap formatında ilerlerken, Mucc beyefendiler, "Beni sorarsan idare ediyorum" şeklinde doğrudan cevaba yüklenmişler gibi gözüküyor.

Malum, her canlı gibi geyikler de ölümü tadacağından, daha fazla can çekiştirmenin mânâsı yok...

Her iki şarkının da ham kulaklara işkenceye dönüşmemesi için youtube'dan araklanan gerileri tırpanlanmış olup, bu iyiliğimin unutulmaması dileğiyle...

Boş işler bunlar...