Yazıya geçmemiş ‘sözlü insanlık tarihi’nde ‘yürüme adabı’ diye bir şey olmalı muhakkak. Oturduğum kahvelerin camekânları ardından ve yahut bizzat yürüdüğüm zamanlarda gözlemlediğim kadarıyla, tıpkı örf ve âdetler gibi ‘yürüme adabı’ da yok olmaya yüz tutmuş durumda. Elbette bozulmaların ilk başladığı nokta olarak insanlık tarihinin başladığı zamanı kabul edebiliriz rahatlıkla. Ama o kadar eskiye gitmeye ne hacet! Bugünkü vaziyet, kâfi derecede bereketlidir diye düşünüyorum.
Dediğim gibi insanlık tarihinin başlangıcından itibaren yalpalayarak yürüyenler (bkz: sarhoşlar), tutarlı şehirleşememenin getirisi olarak vitrin önlerinde durarak yolu daraltanlar (bkz : kokoşlar) ve elbette her daim, bir tanıdığını görerek yolu tıkayanlar (bkz: komşu Ayşe Teyze) mevcuttu. İlkokulda, toplum içinde yaşamanın uyulması elzem kuralları olarak otobüste konuşulmaması, yemek yenmemesi vb. gibi kuralların yanında, yol ortasında tanıdık görülürse hemencacık bir köşeye çekilinmesi gerektiği konusunda yazılması istenen kompozisyonlar, artık istenmiyor sanıyorum. Gruplar çoğaltılabilir elbette ama son 10 yıldır, yol tıkayan yayalar, yanlarına, kaldırım üzerlerine veya çıkışlarına parkeden tenekeden arabaları eklerken, yalpalayarak yürüyenler güruhuna da gittikçe artan bir sayıda, cep telefonu kullanıcısı olarak adlandırılan ‘kendini bilmezler’ dahil olmaya başladı. Yürüyenler cenahında, baş düşmanım işte bu elde telefon, bir nevi sarhoş-zombi kırması yürüyüşü gerçekleştirenlerdir.
Bunlardan başka, henüz kaldırım denilen şeyin ne olduğunu tam olarak kavrayamamış bir millet olarak, her daim sakat bırakma tehlikesine sahip engebeli ve daracık kaldırımlarda, insan, yürüyeceğim diye kendi kendine müthiş bir mücadele verirken, tam önümüzde, kilometre ölçerlerin bile ölçemeyeceği bir hızda kol kola seyrine devam eden sevgi pıtırcıkları, elindeki poşetini veya şemsiyesini cinayet silahı olarak kullanmak üzere fazla salınımlı el-kol hareketleri yapanlar, sokak aralarında, plastik taburelerini (eskiden buralardaki tabureler hep hasırdı) kaldırıma yığan ve üzerine yan komşularıyla birlikte konuşlanan mahalle esnafı, ilk aklıma gelenler arasında bulunmaktadır.
İnsan, fiziki olarak kafasının arkasında göz bulundurmayan canlılardandır biliyorum (Öyle bir canlı varsa biri bildirsin bu arada) ama bu durumun beyin-anlayış-fikir üçlüsüyle ne alakası var ki? Ey insanoğlu, hâlâ utanmadan, dünya senin etrafında mı döner sanırsın? Sokaklar, parklar, istasyonlar sana mı ait? Toplu taşımayla ilgili hep 'çok kalabalık' diye şikayet edersin ama o kalabalığı adam gibi yürümeyerek kendinin yaptığının farkında olmaz mısın?
Öfkenin en kötü tarafı bir yerden sonra akıl yürütmeyi de durdurması. Azı karar çoğu zarar derken doğru demişler ya, cidden öyle. Daha fazla uzatmayayım. . Güneşli bir cumartesi dışarıda sizleri bekler. Sözlerime bir zamanlar Ulu Yürüyenlerimizin dediği gibi; “Yiğidin hası, yürüyüşünden belli olur” diyerek ve uyarımı yaparak son vereyim:
Unutmayın! Onların cep telefonları varsa, bizim de ölümcül şaplağımız var.
Ajanstan son haberler:
Yolda, kaldırımda, metroda onlarca kişi, bu akşam saatlerinde yürüme adabına uymadıkları gerekçesiyle tutuklandı. Halkın en büyük zaiyatı Beyoğlu’nda verdiği haber bültenimize gelen ilk duyumlar arasında. Götürülen halkın akıbeti hakkında endişe duyuluyor. Yetkililer endişeye mahâl olmadığını, adap yoksunu bu kitlenin en kısa zamanda terbiye edilerek, daha insani davranmak üzere serbest bırakılacağını bildirdiler. Şimdi; 'blogtan sesler korosu'...