güney kore etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
güney kore etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21.10.09

VAMPİR FİLMİ SUSUZLUĞU ÇEKENLERE DAMARDAN 'THIRST'

Geçtiğimiz film festivalinde izlediğim “The Chaser” ve henüz geçenlerde izleme fırsatını yakaladığım “The Good, The Bad and The Weird” haricinde, bir süredir Güney Kore sinemasını takip etmiyorum. Nedeninin ise, filmden sonra Kore aksanıyla Türkçe konuşmanın yıpratıcılığına bağladığımı, daha önce bir yerlerde yazmış olmalıyım. Ama sinemaya (Filmekimi'ne elbette) bir Güney Kore filmi gelmiş, kaçırır mıyım? (Şimdi artizlik yapmayayım. Mümkün olduğunca gitmeye çalışıyorum Uzak Doğu filmlerine ama arada bir kaçırdığım da olmuyor değil. Ama aramızda kalsın. Üçüncü şahıslardan duyarsam, dişlerimi boynunuzda bilin!).Mevzu bahis film Park Chan-Wook’un, kendisinin de tür olarak hem reddettiği hem de kabul ettiği ‘vampir romansı’ olarak sınıflandırılan “Thirst”ü (Bakjwi). Kısa süre önce, bilinçsizce, vampire, Japonya üzerinden bakmıştık hatırlarsanız. Hatırlayamadıysan ya da okumadıysan alta in, na bak orda duruyor hâlâ! İsabet oldu, hemen üzerine de Kore açıklarından bir vampir filmi seyretme şansını yakaladım. Vampir klişeleri bekleyen seyirciyi yüzüstü bıraktığı gibi, Park Chan-Wook’a özellikle Old Boy’dan vurulan seyirciyi de yüzüstü bırakan bir filmle karşı karşıyayız. Beni soracak olursanız, berhûdar olun derim, ne diyeyim. Böyle absürd bir film bulmuşum kaçırır mıyım ayol. Balıklama atladım üstüne valla. Geyik bir yana, sinemada filmi birlikte seyrettiğim Aneki, nam-ı diğer Gaddesu-Sama’ nın, bana bir uçan tekme sözü var idi. İşte onu atmasın diye zorla yazmak mecburiyetindeyim. Affınıza sığınıyorum.

Efenim, Güney Kore’de bir hastanede ölmek üzere olan hastalara günah çıkartma hizmeti veren katolik rahip Sang-hyeon, yalnızca bekar erkekleri, önce yatağa, sonra da mezara atan bir virüsün (hangi virüsmüş bu? Adı Dezen Fettan olmasın?) tedavisinde insanoğluna hizmet edebilmek amacıyla, kobay olmak için Afrika’ya gider. Vücuduna enjekte edilen virüs, bizim rahibi tam öldürdü öldürecekken, takdir-i ilahi, rahip Sang-hyeon, vampir olur. Hönk diye söyleyince olmadı tabii. Daha açık söylemek gerekirse, bu öldürücü hastalığın virüsü, rahibin ‘iman gücüne’ karşı koyamayarak, ‘öldürücü’ sıfatını yine taşımakla birlikte, bu ‘öldürücülüğü’ insanın kendi bedeninden, başkalarına döndüren bir biçime dönüşür. Buna da literatürde “Vampirizm” diyoruz. Şöyle bir baktım da ‘daha açık’ falan olmadı sanırım bu cümle, neyse... Buraya kadar okunmadığını farzediyorum yazının. Hatta tam şurada bir çocukluk anımı anlatsam fena olmaz gibime gelse de, ensemde hissettiğim uçan tekmenin kara gölgesi, filmi yazmaya devam ettiriyor.


Kendini deride döküntüler ve son raddede ağızdan kan boşalması şeklinde gösteren hastalığı yenen Rahip Sang-hyeon, ülkesine döndüğünde, hurafelerden medet uman gariban halkın ilgisiyle karşılanır. Ölüm döşeğindeki hasta yakınları, yalvar yakar, rahipten hastaları için dua etmelerini isterler. Bu hastalardan biri, rahip henüz yetimhanede yaşayan küçük bir çocukken evlerine konuk olduğu, kanserli bir adamdır.

Eee... Vampir filmi dedim, evet ama mumya filmi çıktı, iyi mi!

Rahip Sang-hyeon’un duası ertesi, eski dost bu adamın vücudunda kanserden eser kalmaz. Bu andan itibaren işbu adam, adamın annesi ve ‘sığıntı’ karısı ie rahip arasında gittikçe tuhaflaşan bir hikaye başlayacaktır. Bu arada biraz sıkıştırmışım gibi olacak ama rahibimiz de vampir olduğunun farkına varmış, o nedenle kendini beslemek için ölüm döşeğindeki hastaların kan tüplerine dadanmıştır. Sonuçta inançları gereği kimseyi öldüremeyen bu adamın da bir şekilde beslenmeye ihtiyacı vardır. Ama kısa süre içerisinde bu yeni ‘hastalığı’ yani vampirizm, rahipte bir takım değişiklikler meydana getirecek, cinselliğinin farkına varan bu adam, eski dostunun ‘sığıntı’ karısına aşık olacak, inançlarını tamamen olmasa da bir süreliğine bir kenara bırakacak ve ahlak ikilemcisi Park Chan-wook’un gözünden seyirciye bu defa ‘ inancı’ sorgulatacaktır.
Vicdanın vücut bulmuş hali a.k.a eski koca



Her ne kadar bir vampir filmi olarak göz kırpsa da bu film, aslında batıdan çıkan bir kavram, Vampir’i temel alarak yine batı kaynaklı Katolik inancının, Güney Kore ile temasını ele almış Park. Bir yerden sonra düpedüz dalga geçerek aktardığı işte bu durum, beni koltuğun soluna, Aneki’yi de bir güzel sağına yatırdı gülmekten ya, işte tam onu sevdim bu filmde. Bir kere daha klişe demezsem bir tarafım şişer, o yüzden hazırsanız diyorum; klişe olarak haç ya da sarımsak-soğan kullanmayan yönetmen, daha ziyade vampir rahibin ve daha sonra vampirleştirdiği zatın uçması, insan üstü güce ulaşmaları ya da rahibin yarasa misali pencereden ters sarkması gibi klişelerle olayı absürdleştirmek için uğraşmış. İyi de yapmış.


Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama rahibin ‘vampir hastalığını’ kaptığı yer olan Afrika’yı da öylesine seçmediği kanaatindeyim yönetmenin; Afrika-misyonerlik-katolik inancı üçgeninde ortaya çıkan hastalık olarak ‘vampir’. Üstelik yalnızca ‘bekar’ ve yanlış hatırlamıyorsam ‘Asyalılar dahil beyaz erkekleri’ etkileyen bir hastalık. Cehennem inançlı rahip ile inançsız sevgilisi arasında geçen diyaloglar ve kan bulma durumlarına bu iki farklı inançtan kişinin yaklaşımları ile de aslında tam bir Park Chan-wook filmi ile karşı karşıyayız ya, niyeyse ben yine de k*çımla gülmeye devam ediyorum (Ama bu defa kötü anlama gelmesin).


Sonuç olarak vampir filmi susuzluğu çeken seyirciyi kesmez ama sen de ne tutturdun yeni vampir filmi diye! Ha, bir de ben sevdiysem kötü filmdir, uyarayım dedim... (Kendime not: Yazmadan evvel film hakkında oldukça olumsuzdum ama yazarken hep niye böyle oluyor anlamıyorum doğrusu...)

14.10.09

MEZARIMDA BİLE RAHAT KOMADINIZ! A.K.A. BRUCE LEE FIGHTS BACK FROM THE GRAVE

Bruce Lee Fights Back From The Grave (1976), ‘serbest çeviri’siyle ‘Bruce Lee-Mezarımda Bile Rahat Komadınız Ulan!’- adında bir filmle devam edelim diye düşündüm, dostlar. Adının da gözümüze soktuğu gibi ‘Bruce Lee’nin kemiklerini sizlatan tür’ nam-ı diğer Bruceploitation türü bir filmle şenlenmeye hazırsak başlayalım.


Tıpkı Way of Dragon’un başlangıcı gibi, kahramanımız, Bruce taklidi Wong Han’ın havaalanından Los Angeles sınırlarına girmesi ile açılıyor film. Bindiği taksicinin ‘Sökül paraları babalık!’ özlü soygununa, bahşiş olarak tekme bırakan Wong Han’ın Los Angeles’a geliş amacı, yıllar evvel yaptığı dövüş sporundan yeteri kadar tatmin olmayarak, para-para-para diyerek el kapılarına sığınan arkadaşını bulmaktır. Arkadaşının dövüş okuluna vardığında duygusal bir manzarayla karşılanır; intihar eden arkadaşının cenaze töreni. Bizi karşılayansa ,evet dostlar, doğru bildiniz, Fist of Fury enstantaneli sahnelerdir.

Burada bir ara verip “Bir filmin bütçesinin düşük olduğunu nasıl anlarız?” sorusunun onlarca cevabından birini uygulamalı olarak vermek istiyorum; Tabut niyetine, meyve kasasından bozma bir tabut kullanılıyorsa, o filmin bütçesinin düşük olduğundan emin olabiliriz diye düşünüyorum.

Biraz sonra yakılan cesetten arta kalan kemikler dışarı çıkarıldığında, yürekleri dağlayan kemikle yakınlaşma sahnesi, sanatsal açıdan, kariyerinin başında esmer, sonradan sarışın, güzel Deborah Dutch hanfendiyle dengelenmiş diyebiliriz. Yarabbim, nice kötü oyunculuk gördüm ama Debby’ciğiminki kadarını hayatımda ilk defa gördüm desem yeridir. Debby’ye geri döneceğimden konuya devam edeyim diyorum...


O akşam ölen arkadaşının dövüş okulunda, Kerim Abdülcabbar misali kara bir devin saldırısına uğrayarak kendini polis merkezinde bulan Wong Han, filmin diyaloglarının da müthiş olduğunun sinyallerini vermiş bulunmaktadır. Ayrı telden müthiş bir oyunculuk sergileyen polis şefi ile aralarında geçen şu konuşmaya hep beraber kulak kabartalım.

Wong Han’ı sorguya çekmeye başlayan polis müfettişi şöyle bir başlangıç yapar;

Polis Müfettişi: Tanrı biliyor ki hiç kanıtın yok. Hikayen, nefsi müdafa gibi duruyor. Peki ne yapabilirim? (Elektrikli sandalyeye atıfta bulunarak) Sandalyeye gidebilirsin.
Wong Han: Ne tür bir sandalyeden bahsediyorsun? (!)
PM: Ne? Ne biçim bir adam bu? Cins midir nedir?
...................
Odadaki polis memuru: Bize kanıt ver, yoksa kızaracaksın lan.
WH: Dedim ya, kanıtım yok diye!
PM: Lanet olsun!
WH: Dedim ya! Derdiniz ne sizin? Bir de demokratiğiz diyorsunuz. İnsanları zorlayamazsınız. Hakkım var.
PM: Hah, demek hakkın var! Doğru lan, harbiden hakkın var! Bir de demokratik bir ülkeyiz diyoruz. Ama senin kanıta ihtiyacın yok ya! Yanılırsan seni hapse tıkmak zorunda kalırım. Sen de kodeste çürürsün. Sonra mahkeme koridorlarında buluşuruz...
WH: Ben kimseyi tanımıyorum.
PM: Öyleyse bizdensin. Burayı evin kabul edebilirsin.
WH: Hiçbirşey şaşırtamaz beni. Bu tür olaylara felsefik yaklaşmayı öğrendim.
PM: (Polis memuruna dönerek) Bu adam neden bahsediyor, Tanrı aşkına bana söyleyebilir misin?
Polis memuru: Geveliyor. Bu doğulular bir tuhaf oluyor. Farklı düşünüyorlar...
.....................................

Polis müfettişi uzun çabalar sonucunda bir yere varamayacağını farkettiğinde, Allah’tan Wong Han’ın kefaleti ödenir de adamcağız kalpten gitmeden kurtulur Han’dan. Peki ama Los Angeles’ta, ölen arkadaşından başka tanıdığı olmayan Wong Han’ın kefaletini ödeyen kimdir?
Ölen arkadaşından kalan bohçasını boynuna geçirip-ki film boyunca fırsat bulduğu her an boynunda taşıyacaktır- polis merkezinin dışına adımını attığında fıstık gibi bir kadın tarafından lüküs bir arabaya bindirilip, kefaletini ödeyen adamın evine getirilir.
Fıstık gibi olmasına rağmen siyah elbise ve çorap altına beyaz ayakkabı giyerek rüküş olmanın ötesine geçememiş kadının yönlendirmesiyle içeri buyur edilip, para babası amcamla karşı karşıya gelir Wong Han. İkinci arayı verelim;

Başkasının evinde koltuk, yatak, puf benzeri oturulacak eşyaları elleriyle kontrol eden tipleri anlamakta zorluk çekiyorum. Bakınız foto;

Para babası amcam, kızının kaybolduğunu (kızıydı sanırım), onu bulması için Wong Han’ı tutmak istediğini söyler. Muhabbet 3 aşağı 5 yukarı şöyle gelişir;

Adam: Senin için ne kadar tazminat ödediğimi biliyor musun?
WH: Hayır bilmiyorum.
Adam: Tam 2500 dolar.
WH: Peki neden benim için ödedin?
Adam: Çünkü seni sevdim...

Gibi, sonunun, fesat izleyici için tehlikeli yere gideceği muhabbet, Wong Han’ı ‘beni ne sandın kokoş’ kadar olmasa da ‘tavrından hoşlanmadım’ bazlı cevabıyla bozulur. Wong Han, bohçasını boynuna asıp ortamdan uzaklaşır. Ama para babası amcam, bu işe biraz bozulmuştur. Bu andan sonra Wong Han’ın peşine takılacak, olur olmadık yerlerde kadraja girecektir.

Şu ana kadar ana konuyu atlamışım gibi kanıya kapılan olduysa aranızda, yanıldığı belirtmek isterim. Çünkü bunun sorumlusu ben değilim, bizzat film.

Asıl amacı, intihar ettiğine inanmadığı arkadaşının ölüm nedenini bulmak olan Wong Han’ın bu andan sonra en iyi yardımcısı, dövüş okulunun civarında bir kahvecide garson olarak çalışan, ilk başlarda tanıştığımız Debby’nin canlandırdığı Susan’dır. Wong Han tarafından, tecavüze uğramaktan son anda kurtarılan Susan, gidecek yeri olmayan Wong Han’a evinin kapılarını açar, karşılığında da 2-3 dövüş hareketi öğrenir Han’dan.

Bir dövüş sporcusunun yediğine içtiğine dikkat etmesi gerektiğinin öğüdünü, “Kahve içer misin?” diye soran Susan’a, “Süt alayım”diyerek veren Wong Han’ı amacına ulaştıracak yegane kişi Susan’dan başkası değildir. Wong Han’ın intihar eden arkadaşıyla ilgili gerekli tüm bilgileri anlattığı sırada kızcağız, biraz uyduruyormuş gibi bir hava verdiyse de, filmi nihayete erdirecek kişi olması sebebiyle hoş görülmelidir diyorum. Kızın anlattığına göre ölen arkadaş-tabi ki ölmeden evvel- bir kovboy, bir siyah adam, bir beyaz adam, bir meksikalı ve bir japondan oluşan beşliyle birşeyler çevirmiş, sonra da intihar etmiştir.

Anlaşılacağı üzere Wong Han, arkadaşının ölümünden sorumlu olan kişi ya da kişileri bulup, ‘haklı’ intikamını almak üzere şu andan itibaren tüm kuvvetini bu meşhum beşliye çevirmiştir. Elbette film sonuna kadar en birinci yardımcısı Debby olmak üzere, olur olmadık yerlerde kadraja giren para babası adam ve ona ek olarak şapkalı, pardesülü gizemli bir başka adamla, uyuşturucunun da işe karıştığı bir ortamda finale doğru yola çıkar. Filmin sonuyla ilgili-insafıma gelmiş olacak ki-açık vermiyorum. Ama eklemeden geçemeyeceğim bir iki şey var, onlardan bahsedeyim.

Filmdeki oyunculardan biri, kötü japonu canlandıran (ne tuhaf değil mi?) Sho Kosugi. Wong Han ile karşılıklı döktürüyorlar ama elbette yenilmekten kurtulamıyor. Filmografisinin ya ikinci ya üçüncü filmi olması lazım bu filmin, Kosugi’nin.

Filmin konusuyla pek alakası olmadığı için alt satırlarda yazmak gereği duyduğum filmin asıl başlangıç sahnesi, çakan şimşekler eşliğinde mezarından fırlayan Bruce Lee ve Meat Loaf’un bir albüm kapağından esinlenerek oluşturulmuş müthiş film posteri, ilk saniyelerden, süper ötesi bir film izleyeceğimizin sinyalini veriyordu zaten. Üstelik Wong Han’ı canlandıran taekwando üstadı oyuncu Jun Chong ya da bilindik adıyla Bruce K.L. Lea’nın ikide bir camdan girme özelliğiyle oldukça sorunlu bi karakter çizmesi filmi ballandırmış (!). İzninizle Lea’ya “Beyfendi, kaynatanız camcı mı?” diye sormak istiyorum. Film boyunca Bruce Lee’yi aratmayacak kadar çok ses efekti kullanarak önüne geleni kendi tekniğiyle haklarken, pek eğlendiği de ortada. Oyunculukta uzun yıllar tutunmasının sebebinin ne olduğunu bir türlü anlayamadığım (inanmak istemediğim desem daha doğru olur) Deborah Dutch’a gelecek olursak, hiç gelmesek daha iyi.

Böylesi çöp film zor bulunur diyerek sözlerime filmin ingilizce öğreten misyonuyla son veriyorum;


Kokona teyzeler kameranın önünü işgal ederken

AMERICA BANGMUNGAEG / BRUCE LEE FIGHTS BACK FROM THE GRAVE 1976 (Hong Kong-Güney Kore yapımı)

Y: Doo-Yong Lee

O: Jun Chong, Deborah Dutch, Sho Kosugi

Boş işler bunlar...