eften püften etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eften püften etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28.2.12

NİNJA NOSTALJİSİ

Eski Rock Kazanı dergilerimi karıştırırken aradan çıkan kağıt parçası beni 1995'e götürdü. Bu resmi yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Ama sanıyorum can sıkıntısından kafaları bozuk para ile yapıp, o dönem artık kimden kopya çektiysem, sinek gözlü ve ablamın karikatürünü çizerken kullandığım kepçe kulaklara ek olarak, o sıralar Metal Hammer dergisinde sıkça reklamına rastladığım B.C. Rich marka gitar ile iç ve cinsiyet sıkıntımı yansıtmışım resme. Ayrıca kollardaki boğulmaya karşı etkili kolluklara da dikkat efendim.

6.2.12

YIKILAN YUVA

Dün sabah yine sabahın köründe kalkınca televizyonda rast geldiğim Yıkılan Yuva adlı filmin final sahnesinin Fatih Külliyesi Karadeniz Medreseleri tarafında çekildiğini fark ettim. Filiz Akın'ın suçunu üstlenen Cücü (Cüneyt Arkın) idam edilmek üzere külliyenin kuzeydoğusundaki kapıdan çıkarılmakta, maktülün karısı ise onu dışarıda beklemektedir.




Bu fotoğrafta kapının sol tarafındaki duvarda değiştirilen taşlar kendini belli etmekte, dolayısıyla yakın bir dönemde onarım geçirdiğini belli etmektedir. (Hayır, rapor yazmıyorum.)

Bu fotoğrafta ise medresenin hemen dibine 1967'den sonra ağaç dikildiği görülmekte olup, anıt binanın bu kadar yakınına ağaç dikilmemesi gerektiği konusunu bir kere daha gündeme getirmektedir. 

Bu fotoğraf, İstanbul'un dokusunun oldukça kısa aralıklarla ne kadar çok değiştiğinin ispatıdır.

UĞULTU V.2

Kendini aşmış uğultu, insanı çileden çıkarır.

1.2.12

UĞULTU V.1

Tarihi mekanlarda uğultu araştırması 1: Hayatta bir şeyin parçası olamadık belki ama uğultunun parçası olabildik işte. Buna da şükür...

30.1.12

OKUYAN NİNJA


Çok fena kitap okuyasım var. Adeta kudurdum ve kendimi zapt etmekte zorlanıyorum. Üstelik son günlerde piyasaya çıkan kitaplar, içinde bulunduğum durumu körüklüyor. Kitap okumaya iş yerimdeki 15'er dakikalık iki molayı ve öğle tatilini kullanarak başlıyorum genellikle. Sonra akşamları 20.00'den önce okumam mümkün olmadığı için (işten gel, yemek ye modeli standart insan tipi), içim içimi yiyor. İşten kaytarayım diye takla atıyorum ama kaytarma hep aklımın içinde kendimi kandırmamla kalıyor. Bazen biraz şımarıklık gibi olacak ama "Keşke işim evime uzak olsaydı ve araçla gidip gelseydim. O zaman dilimi içerisinde okuma zamanı elde ederdim." gibi saçma bir düşünceye bile kapılmıyor değilim...

Okuyarak bir şeyleri çoğaltmanın ya da paylaşmanın derdinde değilim uzun zamandır. Kendime göre iki tür kitap okuma nedeni belirlemiştim küçükken. 
  1. İnsanlardan uzak durmak için okumak.
  2. Zaten insanlardan uzak olduğun için okumak. (Bu düşünce biraz daha açılabilir doğrusu ama...)
Şu yaşımda ise okumak kısmen tüm nedenlerinden arınmış gibi sanki. Yanımda benimle birlikte okuyan bir insan ve okuduğum zaman üzerimde uyuyan kedi ikilisiyle hayata bile doymuş olabilirim. Zaten fazlasında pek gözüm olmadı hiç ('pek'e dikkat!). Ama yine de kaçmak için okuduğumu hisseder gibiyim az buçuk...

Geçen gün Naruto'nun çıkan ikinci cildini alırken Galata tarafından basılmış Che Guevara mangası gördüm.    2010 yılında başlayan klasikler ya da tarihi kişiliklerin manga olarak basılması furyasında çıktığını tahmin ettiğim manga pek hoşuma gitti doğrusu. Bu yaşta Che hakkında beynimi doyuracak bir bilgi vermese de daha  küçük yaşlardaki insanlar için iyi bir başlangıç noktası olacağı kanaatindeyim. Zira bende bile "Yahu, bir kitapçıya gidip Che ile ilgili şöyle kallavi bir kitap mı baksam?" düşüncesi oluşturmadı değil. 

Bir süredir Dylan Dog'a gömülmüş vaziyetteyim. Kendisini iki roman arasına sıkıştırarak hem kafa dağıtma hem de eğlenme yoluna gitmiş bulunuyorum. Bu arada son çekilen Dylan Dog filmindeki karakteri, Twilight kırması bulduğum içn 15. dakikasında uyumak suretiyle protesto ettiğimi de belirteyim. 

Everest Yayınları (daha önce pek sempatiyle bakmazdım bu yayınevine ama) Ahmet Ümit editörlüğünde polisiye klasiklerini yeniden basmaya başladı. Daha önce Raymond Chandler'ın Büyük Uykusu ile Yüksek Penceresi'ni basan yayınevi ardından Dashiell Hammett'ın Kızıl Hasat'ının ardından şimdi de Sırça Anahtar'ını yayınladı. Raflardaki yerini kısa süre önce alan Sırça Anahtarı, her ne kadar daha önce başka bir yayınevi tarafından yapılan basımını okumuş olsam da alıp yeni serinin yanına koymak için can atıyorum. 

Şu günlerde David Peace'in Tokyo Üçlemesi'ne takmış vaziyetteyim. Henüz Türkçede ilk iki kitap yayınlandı ama üçüncüsünü beklemeyebilirim. İlk kitap Tokyo Sene Sıfır ve ikincisi İşgal Altındaki Şehir ilk okumada alışması zor ama alışınca oldukça sürükleyici iki kitap (Kitap anlatımı hakkındaki klişeler cilt v.). Sanıyorum bu seri hakkında Ters Ninja'ya bir yazı yazacağım. 

Sırada yeni çıkanlardan alınıp sehpa üzerinde kule yapmak için kullandığım Yeni Başlayanlar İçin Tiyatro (Kitabın adını yanlış yazmış olabilirim, affola! Habitus), Alasdair Gray'den Zavallılar (Sel), Schopenhauer'den Eristik Diyalektik, daha önce alıp da araya başka kitaplar kaynattığım Stefan Zweig'ın Yolculuklar Üzerine ve YKY'den çıkan Julia Bachstein-Kedi Hikayeleri var. Arada, araya kaynamayı bekleyen çizgi romanları da es geçmeyelim lütfen. 

Yeni Başlayanlar için Tiyatro kitabı, tüm tiyatro tarihindeki önemli kişi, vaka vs.'ye bir sayfada resimli olarak dokunması açısından hoşuma gittiği için alınmıştır. Daha önce Milliyet Yayınları tarafından basılan Yeni Başlayanlar İçin bıdı bıdı serisi kitapları şahsen ben pek severim. Hatta lisedeyken elimden Yeni Başlayanlar için Post Modernizm kitabını hiç düşürmezdim. Herşey değil ama başlangıç için iyi bir "eğlence" olabilir...

Sel Yayıncılık, cuma günleri Facebook'ta bir yarışma düzenliyor. Oradan iki hafta üst üste iki kitap kazandım. Bedava maldır diye köşeye de koymadım hani. Biri Sinan Sülün adında genç bir yazarın öykülerini içeren Karahindiba, diğeri ise okurken bayıldığım Horacio Castellanos Moya'nın Aynadaki Dişi Şeytan adlı kitabı. Bir cinayetin etrafında monolog halinde geçen kitap, arka planda sınıfsal ayrılıklar, kapitalist dünya, yüksek sınıfların komünizm algısı gibi bir çok ayrıntıyı da içinde barındırıyor ki, ana yemek üstüne yenen hafif bir tatlı gibi adeta...

Bu arada yatak başucumda birkaç aydır istiflenmiş bir kitap yığını var ama onların arasında ne var? İşte o büyük muamma... Kitap satın alırkenki hızımı okurken de yakalayabilmek için işi bırakmam ve evimin insanı olmam lazım sanırım. Yine de beni bazı şeylerden kaçırdığı için okuma eylemine minnettarım...

29.1.12

RISE OF THE EVIL NINJA

İçimdeki kötü insan kısa bir aranın ardından nihayet tekrar uyandı. İnsanlar hakkında yeniden kötü düşünmeye başladım. Dolayısıyla mutlu mesudum. Herkesin kendi etrafında döndüğü bir dünyada ne kadar mutlu olunabilirse... Önemli değil. Çemberimi daha da daraltabilir, içine insan yerine daha fazla kedi koyabilirim. Yine de kedi bile bazen sevmediği bir şey olduğunu farkettiği halde, o şeyle uğraşmaktan kendini alıkoyamıyor. Acılı kısır döngü. 

Kısa süre önce TDK'nın birçok kelimeyi sevdiceğinden ayırdığını fark ettim. "Şapkalar kalktı, geri geldi, yeniden kalktı" savaşımını biliyordum bir tek. Ama gel gör ki, benim birleşik olarak öğrendiğim bir çok kelime artık ayrı yazılır olmuş. Bu sadece benim paranoyam mı tam olarak ondan da emin değilim (haliyle) ama bana bazı şeyler yanlışmış geliyor. Her neyse...

Hafta içinin son günü olan Cuma günü yoğun kar yağışı nedeniyle, kışın zaten kıçımızın donduğu şantiyemizde işi durdurarak, evlerimizde semirme yolunu seçtik. Telefon trafiği benden sorulduğu için ister istemez zaten sabahın köründe kalktığımdan yeninden uyuyamadım. Yaklaşık 2 saat kitap okuduktan sonra ancak öğleye doğru göz yanmasından muzdarip bir şekilde uykuya dalabildim. Uyumamı istemeyen, dahası uyuduğumda bana bilinçsiz bir şekilde gıcık olan anne tarafından telefonlar aranarak uyandırılmam çok sürmedi. Önemli değil. Zira alışığım. Ne zaman kanepede şekerleme yapacak olsam, muhakkak kendisi gaipten haber almış gibi arayarak, sinirimi zıplatmayı bilir. Artık öyle bir raddeye geldim ki, şöyle azıcık gözümü kapatacak olsam, telefon çalacak korkusuyla derin uykulara dalamaz oldum. Abartıda son nokta! Gel vatandaş gel! Ne diyordum?

Cuma günü kemik dinlendirme ve kitap okumakla geçmiş, ertesi gün işe gideceğimi bilmenin hüznü ile kafamı sehpaya, cama, vitrine vs. vuracak haldeyken, sabah uyanıp da kendimi ikinci bir telefon trafiği içinde bulmam ve o günün de iptal olması işten değildi. Halbusu bal gibi iştendi işte... Geçen hafta 8. İstanbul Japon Filmleri Festivali ile ilgili Ters Ninja'da yazdığım yazımda Kappa no Sanpei adlı anime ile ilgili, bu animeyi seyredebilmek için gerekirse takla bile atarım derken sınırlarımı zorladığımı zannediyordum ama takla atmama hava muhalefeti engel olmuştu. Önümde bomboş bir gün ve festival programında yalnızca o gün gösterilecek istediğim anime duruyordu. Levent'e yürümedim, adeta koştum. Yalan! Levent'e elbette yürümedim, her normal vatandaş gibi toplu taşımayı kullandım, vallahi... Festival programından şikayetçi olduğumu zaten yazmıştım. Bu kadar steril ve lay lay lom film bünyeme ağır gelir benim. Dolayısıyla animeden sonra akşam Salon IKSV'deki Robots in Disguise konseri için demlenmek üzere salınım yolunu seçtim. RiD iyi bildiğim bir grup değil. Konser sonrası düşüncelerim şu şekillerde seyirtti: 

  1. Bu grubu konser haricinde dinleyeceğim şüpheli. Yani albümünü alıp dinleyecek oranda bir hissiyatımı yakalayamadı. Öte yandan zaten sahnede oldukça eğlenceliler. İletişim yeteneklerinin haricinde sahne kıyafetleri (o koca düğmeler beni benden aldı) ve basçının giydiği çoraplar benim eğlence anlayışım için yeter de artar bile.
  2. Müzik yapmak için "müzik" bilmenin çok da gerekli olmayabileceği konusundaki fikrim bir kere daha pekişti. Belki anlatacak bir derdim var ve sözlerle anlatıyorum, değil mi? Müzik de iki gıy gıy ile buna yardımcı olabilir. Çünkü konser esnasında o kadar gürültü içinde ben ikilinin ne çaldıklarını açıkçası hiç anlamadım . Demek ki 15 yaşında kendimi gitara verip, o kadar hırpalamam gerekmiyor, kendimi asıl akıntıya kaptırmam gerekiyormuş.  Akıntının dışında durmak sanırım kendime verdiğim en ağır ceza olmuş. 
Salon'da henüz kimse yokken ilk giren olma başarısını elde etmiş, dahası genelde içeri girenlerin hemen sahne önüne yapışmasına alışmış biri olarak biraz da şaşırmıştım. Zira her gelen benim gibi arkada duruyor, sahnenin önünde saman balyalarının uçmasına neden oluyordu. Sanıyorum 22.30'da başlaması gereken konser, tam da o civarda bir zamanda başladı. Ben de artık nasıl bir his ise, az sonra grubun çıkacağını sezinleyerek, Komacığımı tam sahnenin orta önüne sürükledim. Şimdi efendim, bünye itibariyle pek çoşkulu biri değilim. Dolayısıyla cayır cayır bir müzik varken sahne önünde sap gibi dikilmek açıkçası biraz canımı sıkıyor. Öte yandan diğer konser mekanlarında yaptığım gibi üst kata çıkmak ya da yan duvar tarafından seyretmek bu konserde maalesef mümkün olmadığından, basçı abla komacığımın elini tuttuktan sonra (Komacığım, bu konuyu bilahare görüşelim) ve irice bir yabancı kızımızla, İtalyan eşcinsellerinin giydiği renklerde bir pantolonla daha çok futbol müsabakası seyredermişçesine sadece yukarı ve aşağı pozisyonlarda dans eden bir oğlanın hareketlerini gördüğümde, sahne önünü gençlere bırakmanın vaktinin geldiğini anlamış, paşa paşa yan köşelerden birine çekilmeyi uygun görmüştüm. İnsanın hiçbir yerde barınamaması ne fenadır, bilir misiniz?..

Ve işte sinir bozucu bir Pazar Günü daha. Kendime pazartesi sendromu olanları değil de pazar sendromu olan insanları daha yakın buluyorum ama neme lazım başta yazdığım şeyin üzerine onlar da uzak olsunlar. Pazar günü evde oturmamak benim için çok önemli. Eskiden evden çıkmamak için herşeyimi verirdim ama şimdi pazar günü tüm gün evde kalmak ölümcül bir durum. 10 dk bile olsa çıkıp hava almakta faide var. O yüzden üstadım Komakine ile birlikte bu sefer biraz ağırdan almak kaydıyla ufak bir yürüyüş planı yaptık. İstikamet Ayasofya! Siz de benim gibi zamanın son yıllarda fazla hızlı aktığından mı şikayet ediyorsunuz? O halde hiç durmayın! Tarihi bir mekanı ziyaret etmeye çalışın. Zaman oralarda durmuş ya işte, siz de o andan nasiplenmeye çalışın. Ben neyim, kimim? Benden önce bu kadar yaşamışlar kimdi? Ne için yaşadılar? Benim zamanımda yaşayanlar kimler? Onca insan arasında ben "neyim"? Bir değerim var mı? gibi sonu olmayan sorgulamalar eşliğinde, eğer varsa kendinize atfettiğiniz önemi azaltmak için iyi bir "yolculuk" olduğunu düşünüyorum tarih içine yapılan gezintilerin. 

Pazarı öldürmenin en güzel yolunu henüz bulamadım. O zaman haftaya, buluşalım haftaya...

29.9.11

DEĞİŞİM RÜZGARLARI

Blogger, şablon tasarımlarında Dynamic Views diye yeni bir şablon geliştirmiş. O kadar hoşuma gitti ki! Lâkin uygulamak için kendimde cesaret bulamadım çünkü yeni tasarımı uygularsam yan kolon tamamen ortadan kalkacak ve oradaki yıllarımın emeğinin gitmesini istemiyorum. Oysaki blogum şöyle;


şöyle;


ya da şöyle;

daha havalı olabilirdi.

Yalnız tasarımın kötü tarafı yalnızca yan kolonu yok etmesi değil. Bir girdi için tüm resimleri aktif hale getirmesi. Yani bir yazıya, o yazıya eklediğiniz resim sayısı kadar çok kanaldan ulaşabilirsiniz. Görsel açıdan iyi ama işlevsel açıdan gereksiz bir çalışma olmuş. Ben de değiştirmek istiyorum... :-(

27.9.11

NİNJANIN GERÇEK SHAOLINLE İMTİHANI

Sonbaharın gelmesiyle birlikte İstanbul’da gerçekleşen etkinlikler ivme kazandı. İvme kazanmak ne demek! Aldı başını gitti resmen. Daha bir bitmeden diğeri başlayan film festivalleri, yalnızca 2 mekanda gerçekleşmesine rağmen gezmesi ve algılaması günler alacak Bienal, o yetmezmiş gibi Bienal’e yancı yazılan onlarca galeri, gece geç saatlerimizi dolduran konserler… Yeterrr! İşimden çıkıp doğrudan eve gitmek istiyorum sevgili organizatörler. Eve gidip, kanepeye uzanıp, hareket etmeden öylece yatmak istiyorum...

Olmuyor! Ben uzansam bile hareketsizliğimi istemdışı bozacak bir şey, her zaman orada beni bekliyor.

Dışarıda köşe bucak kaçmaya çalıştığım etkinlikler, içeride köşe bucak kaçtığım Shaolin. Asosyalin el kitabına da bakamıyorum. Çünkü Shaolin yedi. Shaolin rahipleri gibi uslu olsun diye adını mevzubahis kişiliklerden alan kedimiz Shaolin, bir dakika rahat durmadığı için ekoseden tutun da çeşit çeşit şekillerde icra ettiği “çizgi sanatıyla” vücudumu fethetti. Henüz 3 ayına bile varmamış bu kedi evladı, dışarı çıksam vicdan azabıyla eve dönmeme, evde kalsam yaramazlığının getirdiği sinirle dışarı çıkmama vesile oluyor. Varsın olsun! Bir evlat kolay büyümüyor…


Kediye iyi bağladığım gerçeğiyle suratıma geniş bir sırıtış oturtmuştum. Geçtiğimiz Pazar günü ilk ve bu gidişle son olarak iştirak ettiğim Suç ve Ceza Filmleri Festivali’ne ilgi göstermek istedim ama biletleri kedi yedi, kuma kustu, dağ yandı… Tam da bu sene ilki gerçekleştirilen festival programında iki adet Japon, bir adet Tayland filmi işaretlemiş ve biletleri cukkalamıştım. Pazar günü kapağı (bkz. belin altı arka taraf), Beyoğlu Sineması’nın loş ve uzun salonuna atmış, programda dikkatimi çekmemesine rağmen yönetmenin katılımıyla Hakamada Davası-Hakamada Jiken adlı filmi izlemeye koyulmuştum. O esnada sesini kapatmayı unuttuğum telefonum acı acı çalmaya başladığında, telefondaki numaranın eve ait olduğunu fark etmem birkaç saniye düşünmeme neden oldu. Evde kedimdem başka biri yoktu ve bildiğim kadarıyla kediler telefonda konuşmayı sevmezdi. Şimdi telefonu açsam “Anne beni neden yalnız bıraktın?” nidalarıyla karşılaşabilirdim. İyisi mi sinsice telefonu çantama geri atmalı ve hiçbir şey olmamış gibi filmi izlemeye devam etmeliydim. Olmuyordu. Yapamıyordum. Yavrum orada yapayalnız, aç bilaç “anne anne” (miyüv miyüv diye duyulur) diye inlerken, hiçbir şey yokmuş gibi davranamazdım. Bir anneydim ben bugüne bugün. Bir anne!!! Film bitip de, kariyerine Pinku filmleriyle başlayan yönetmen Banmei Takahashi, perdenin önünde ve mikrofonun arkasında yerini aldığında, “Siz hiç anne oldunuz mu Takahashi Bey? Yavrunuzu geride bırakıp sinemalarda sürttünüz mü acebe?” diyerekten gözyaşlarına boğulmuştum. Eve gitmeliydim. Bir an evvel eve gitmeli, bana ihtiyacı olan yavruma daha fazla ilgi göstermeliydim. Söyleşinin sonunu getiremeden kendimi canhıraş bir vaziyette Beyoğlanı’nın hırçın caddesine attım. Ayaklarım yürümüyor adeta tekerleğe dönmüş dönerek ilerliyordu. Komakine’ye döndüm; “Sen sebep oldun! Vallahî sen sebep oldun!” (Reşat Nuri Güntekin etkisi) dedim…

Komakine, Banmei Takahashi'yi dikizlerken

Öğrenmenin yaşı olmadığı gibi saçmalamanın da yaşı yok. Lâkin yaş ilerledikçe insan daha mânâlı şeyler söylemek istiyor. İstemekle elde etmek! Âh ne kadar da bir araya gelmez iki kelime! (Shakespeare etkisi). Dün akşam yine aynı festivaldeki Tapınaktaki Cinayet-Sop Mai Ngeap ile ardından gelen Koji Wakamatsu’nun Tırtıl-Kyaatapira filmlerine bilet almış idim ki, Shaolin’in dedesinin gelmesiyle birlikte planlarım altüst oldu. Shaolin ve pek kedisever (!) dedesinin ilk karşılaşmasının eşit şartlarda icra edilmesi için tüm akşam Shaolin ile oynamak zorunda kaldığımdan, elimde kedi patisinin izleri çıktı. Numaralandırsam delikleri, kalemle birleştiren oldukça eğlenir herhalde…


Sadede gelelim; yeni dönem etkinlikler bana pek iyi gelmedi.
Son olarak Shaolin’e seslenmek istiyorum: Shaolin! Anana iyi davran kızım! Yemek!..

25.8.11

HAMUR SHINCHAN


İşim gücüm olmasa, sabahtan oturup hamurdan ıvır zıvır yapsam. Hatta gerçek hamurla yapıp, sonra yesem. Hayat ne güzel bir yer olurdu. Shinchan Beyefendi, hamurda da çok yakışıklı...

20.8.11

PRENSES OLMAK İSTİYORUM


HoLiFaKiNgŞit! Terbiyem elvermediğinden ingilazca küfrettim sayın okurlar. Bu itirafı sizler gibi ben de beklemiyordum. Onun şoku içerisindeyim. Çöp sevgim, eski mahallelerin sokak aralarındaki sinekli bakkallarda derin araştırmalar yapmaya sevkediyor bedenimi. Bir biriktirme hastalığım olduğunu söyleyemem doğrusu. En azından koleksiyoner tanımındaki gibi düzenli bir biriktirme sevdam yok. Yalnız işte bu tip, kendimin bile tam olarak tanımlayamadığı "şey"leri bulmak, inanılmaz bir haz veriyor bana.

Benim hiç Barbie'm olmadı aĞbi, biliĞyor musun? Barbie'nin karşı grubundan bir Sindy hatırlıyorum ama, küçükken başta bebek olmak üzere hiçbir oyuncağa bir düşkünlüğüm olduğunu hatırlamıyorum. Sadece çok çok küçükken mavi bir tavşanım olduğunu, hatta onu bir ara şirinlerle karıştırdığımı hatırlıyorum. Tabii hiç oyuncağım yoktu demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Sadece öyle aman aman şuyum olsun buyum olsun dememişimdir (Emin olsam bir de...). Ben oyunlarda kimsenin istemeyeceği rolleri üstlenmeyi seven, ortada biri kırık iki bebek varsa kırık olanla oynamayı tercih eden, bu uğurda inat bile edebilecek kadar "uyuz" bir çocuktum, itiraf ediyorum. Sağlam bir bebekle oynanacak oyunların kısıtlı olduğunu farketmişim demek ki! Halbusu kırık bir bebekle gerçeküstü oyunlar oynanabilir, öyle değil mi? Değil mi?..

Mint miydi minti miydi? Ondan çıkan Bülent Ersoy, Zeki Müren resimlerini görmüş kadar sevindim Sally Surrrprise'ı görünce. Hem oyuncaklı hem koleksiyonlu hem de etiketli bir sakız, daha ne olsun? Lâkin sakızı çiğnemeye korktum doğrusu. Zehirlenirim mehirlenirim, neme lazım. Yani hem nostaljik duygusallık hem de burjuvazik iğrenti. Çelişik çekilişle bir okuruma armağan ediyorum...

21.7.11

UKIDO NİNJALARI


Geçtiğimiz Şubat ayında yaptığım Paris seyahatinde cincomlarım (nam-ı diğer ıvır zıvır) arasına yeni bir dost katıldı. Paris'te cincon ve japon menşeili ürünler konusunda oldukça bahtsızdım doğrusu. Hangi yere yetişmeye kalksam akşam saati, kapıları hep yüzüme kapandı durdu. En çok içime oturan ise Louvre yakınlarında bulunan JUNKUDO adındaki Japon kültürü üzerine kurulmuş kitapçıyı dakika farkıyla yakalayamamak oldu. Olsun... Onun acısını aynı akşam Virgin Store'da bulduğum işte bu minik ninja anahtarlığıyla bir nebze olsun bastırdım sayılır.


Ukido Ninja Warriors serisi değişik karakterlere sahip figürler, anahtarlıklar, kırtasiye ürünleri vb. şeyleri içeriyor. Aldığım yerde fazla ürün olmadığını hatırlıyorum. Mevcuttaki anahtarlıklardan da Masato'yu seçmişim. Artık eskisi kadar hepsi benim olsun havasında değilim. Bir tatminsizlik hasıl oldu sanırım. Nedeni de cinconlarımı iyi muhafaza edebileceğim bir yeri asla sağlayamıyorum. Kitaplık önünde insanın sinirini bozuyorlar. Sırf onları oynatmamak için kitaplıktan kitap çekmeye üşenir oldum. Ben sadık bir cincon biriktiricisi değilim sanırsam... Cinconlarım eve gelen çocuklara armağan olsun! (Nayırrrr!..)


4.3.11

FIRINDA TOTORO PİŞİRDİM

Yıllarca el işlerinden köşe bucak kaçtım. Ama yıllar sonra minyatür totoro yapmanın şevkine kapıldım. Sonuçta biraz yamuk da olsa sanırım başardım. Bu işe zamanını ayırmış tüm yetenekli insanlardan özür diler, yaptığım totoro ve makkuro kuro suke'yi (tavşancık olarak da bilinir) gözlerinize sunarım. (O yandaki sushiler ilk denemem idi)


25.2.11

DORAEMON GÜNLÜKLERİ

1. Evin yakınındaki telefoncu vitrininde görünüp alındı.

2. Kokoş kızların bijutericisinde anahtarlık kısmı bir umutla kolaçan edilip, eciş bücüş bi versiyon bulundu, alındı.

3. Yukarda sözü edilen yerde daha düzgün bir versiyona da rastlandı.

4. Ebay'e de sarmış bulunuyorum artık. Made in China, free shipping çok yaşa!!! Bit kadar bir cüzdan. 3 adet bozukluk sığar sığmaz...


5. Ebay saldırı no 2. 5'li figür topu birarada. Kulaklı Doraemon var aralarında. Süper!..

Yıldız tarihi 25 Şubat 2011. Yaş 30. Delirmedim... Henüz değil...

4.2.11

KULAKLARA DORAEMON

Hey maaşallah! Neredeyse iki aydır uğramamışım buralara. Bir zamanlar benim için vazgeçilmez olan bloğumu, gerçekten internet çöplüğünde salınıma bırakmışım. "Hayat kısa, yazmak uzun" demiş atalarım. Öyleyse fazla vıdıvıdı yapmadan geçeyim asıl mevzuma...


İşte derin araştırmalarım ve içgüdülerimin beni yönlendirerek bilmediğim yollara girip bulduğum son Doraemon ıvır zıvırlarım; soldaki saati gittigidiyor'da, sağdaki kulaklığı meşhur Çarşamba Pazarı'nda buldum. Üstelik kulaklığın bir de Ultraman versiyonlusu var. Öyleyese manşete bakalım:
Doraemon, uzun süredir gizlediği ilişkisini nihayet itiraf etti: "Ultraman'le seviyeli ilişkimizi, gözlerden ırak olarak Türkiye'de yaşıyoruz."

Bu gidişle yakında gittikçe büyüyen Ultraman koleksiyonumu da taşımam gerekecek.

Bu arada bu uzun zaman diliminde tek bulabildiğim Doraemonlar bunlar değil elbette. Geçtiğimiz bir pazar günü, Sarıyer'den Bebek istikametine doğru taksi içinde ilerlerken (buna ilerlemek denirse tabii) bir balon satıcısının elinde 'kulaklı' doraemon balonu gördüm. 'Durdurun taksiyi!' nidama, dalga geçtiğimi sanarak gülen, başta Komakine olmak üzere çok sevgili dostlarım sözüm size: Ne biçim arkadaşsınız siz yahu? Burada psikolojik bozukluğu olan bir insan evladı var. Rüyalarıma girer oldu o balon. İstiyorum. Almadan görüşmeyeceğim bir daha sizinle!!! (Böhü...)
Bir diğer olay ise Atlas Pasajı'nın girişinde made in china'dan hallice bir dükkan açıldı bir süre önce, gören görmüştür. Orada, Doraemon'lu duş başlığı gördüm. 19 tl gibi abuk bir fiyata satılan aleti "Ulan china'dan alıyorsunuz üç kuruşa hem bizi hem de Çinlileri kazıklıyorsunuz" siniriyle almadım ama tir tir titriyorum dostlarım. En kısa zamanda gidip alına!

Anlatacak çok şeyi olmayan "donuk" insanlardan biri olan ben, bu noktada ara verirken, her zamanki uyarımı yineliyorum: "Sağda solda Doraemon gören olursa lütfen haber versin".

28.11.10

ASOSYALLİK HAKKINDA 11.GERÇEK

Asosyallik hakkındaki 11.gerçeği açıklamak üzere buradayım. İlk 10 gerçek için şuraya bakabilirsiniz.
Bilindiği üzere hobiler, insanların sosyalleşmesi amacıyla var olan şeylerdir. Her ne kadar başlangıçta insanın tek başına yaptığı eğlenceli işlermiş gibi görünse de eninde sonunda her hobi, başka insanlarla sosyalleşebilme şansı doğurduğu miktarda ismini hak eder.

Doğumundan ölümüne kadar sosyalleşmesi için türlü baskılar altında tutulan modern asosyal insan ise hayatının bir döneminde muhakkak bir hobi edinmesi yönündeki baskıyı üzerinde hissetmiş, türlü türlü hobileri denemesine rağmen hiçbirinde tutunmayı başaramamıştır. İlerleyen yıllarda şiddeti, sessiz çevre baskısının etkisiyle artan hobi edinme ihtiyacı, maalesef asosyal insanda yanlış sonuçlar doğurarak, onu daha da asosyalliğe iter. Kimsenin pek bilmediği şeylere merak salarak, yalnızlaşma yolunda önemli adımlar atan asosyal insan, böylelikle, bir anlamda başladığı yolda ‘doğru’ adımları içgüdüsel olarak atmış da sayılır.

İşin en gülünç yanıysa, asosyal insanın asosyalliğinin aslında,‘sinemaya giderim, kitap okurum, müzik dinlerim’ üçlemesini kendine hobi(!) edinmiş insanlar arasında yüzdeye vuracak olursak, oldukça küçük bir dilime tekabül etmesidir ki, bu durumun farkına varması kendi lehine ve avantajınadır.

Asosyalliğin El Kitabı 2.sayfa 21.paragraf…

DELİNİN GÜNCESİ 253x

Ekstra hiçbir şey yapmıyorum. Ama Doraemonlar tesadüfen karşıma çıkıp duruyorlar. Sanırım algıda seçicilik meselesine 'yoğun' bir boyut kattım. Literatürde çığır açmış olabilirim.
O halde kayıtlara geçsin;
1. Cihangir'den Taksim Meydanı'na çıkarken solda küçük bir dükkanın vitrininde eciş bücüş bir Shinchan görür gibi oldum. Daha dikkatli bakınca harbiden de Shinchan'la göz göze gelip, dükkana girmem bir oldu. Yaklaşık saat 2 yönüne döndüğümdeyse, rafın arka sıralarında bir yerde Doraemon bana el sallıyordu. Sonuç açılan cüzdanlar... 2. Dün akşam iş çıkışı Fatih'in karanlık kaldırımlarını aydınlatan iki cevherle karşılaştım; Ultraman ve Doraemon. İkisi de alındı. Envanter no: 'Artık ben bile bilmiyorum'...

Misiz Vildan Abla'nın dediği doğru galiba. Doraemon piyasasını sildim süpürdüm galiba...

13.11.10

ELLER YUKARI! ÜZERİNİZDE PATLAYICI MİKTARDA DORAEMON TESPİT EDİLDİ!

İlk defa sözümde durmuş olmanın rahatlığıyla gitti gidiyordan hemencacık aldığım Doraemonları ekliyorum.
İlki, Kinder Yumurta'nın bir kaç yıl evvel verdiği Doraemon figürlerinin tam serisi;


İkincisiyse 29-30 numara terlik. Yeğene göstermemem lazım bunları diyeceğim ama o çoktan Hello Kitty'ye takmış vaziyette. Yani güvendeyiz dostlar! Aramaya devam...

12.11.10

DORAEMON-TR

Bu gidişle blogun adını Doraemon-Tr olarak değiştireceğim. Son buluntularıma hep beraber bakalım:
Bir: Kadıköyde siyah Doraemonlu çanta;



İki: Bir alışveriş merkezinin bijutericisinde onca göz korkutucu ıvır zıvır arasına saklanmış ama benim kartal gözlerimden kaçmayı başaramamış telefon süsü;

Üç: Hahaha! Çarşamba Pazarı'nda gülen suratlı bir lif. Ben de güldüm!..

Kaçışabilirsiniz çünkü gitti gidiyorda Doraemon buldum ve aldım. Çok yakında bu sayfalarda. Ebay'de de sardırırsam vay halimize sayın seyirciler...

25.10.10

BUNALTMAYA DEVAM...

Daha alttaki girdide hafta bitmeden 4 kuş vurdum diyordum ki o kuşların sayısı 6.5'e yükseldi. Pazar öğleden sonrasında sanki Doraemon beni çağırmış gibi Kadıköy'e doğru geçelim dedim Komakine'ye. Kendisinin sağolsun nefes alabildiği Pera'dan bile önce hayata merhaba dediği Kadıköy'de, hem pilaki hem de benim ıvır zıvırlarımı aramak için girmediğimiz delik bırakmamaya çalıştık. Kalabalıkları yararak ilerlediğimiz Kadıköy'de, arkadaşım hastaRuh tarafından "Oha lan, hediyeni almaya mı geldin?" bazlı gözüme sokulan bir torba, işte ilk ilahi işareti vermiş, torbanın içinden alttaki fotoğrafta solda görülen şişe şeklindeki şemsiye çıkıvermişti. Valla ben bu Japon-Çin işine sardırdıktan sonra arkadaşlar-canlar sağolsun nerde bir uzakdoğusal faaliyet ya da ıvır zıvır varsa ya haberdar ederler ya da alırlar. Pek mesudum yani. Şemsiyenin açık hali, ben bozulmasını istemediğim için internetten yürüttüğüm alttaki fotoda görülebilir.

İkinci hadise ise, artık umutlarımız yavaş yavaş tükenirken, eve dönmek üzere vapura doğru saptığımızda One Piece karakteri görüp yaklaştığım bir elektrikçinin vitrin önünde sallanarak bana göz kırpan ışık enerjisiyle hareket eden Doraemon oldu (En üst fotoda sağdaki). İşte yukarıda değindiğim buçukluk da tam da burada ortaya çıktı. Zira Doraemon'un kutusunun üzerinde bikinili Shinchan görmek mümkün.
Ben hayatımda bir hafta boyunca hiç bu kadar sevindiğimi bilmem sevgili dostlar. Neredeyse hayata umutla bakmaya başlayacağım yani, o derece! Yine de Doraemonları yeterince tükettiğimi düşünüyorum. Uzunca bir süre rahatsınız yani. Haydi bakalım. Yeni takıntılara yelken açalım...

21.10.10

GODFREY HO GURURLA SUNAR: GOFREDO

Kısa süre önce sevgili Komakine bana mükemmel bir haber ulaştırdı. Aldığı duyumlara göre Godfrey Ho Türkiye ile bir anlaşma imzalamış, yeni bir ürününü yıllar sonra ülke topraklarına sokmaya hazırlanıyormuş. 80'li yıllarda en çok kasıp kavurduğu ülkelerden biri olan Türkiye'den zamanında öyle ekmek yemiş ki, şimdi minnetini göstermek için güzel bir yol bulduğunu düşünüyormuş. Mevzubahis ürün 'na' işte budur;




Hahaha demeden evvel şunu düşünün, bu adam nice gençlerin sebebi oldu zamanında. Şimdi de bu abur cuburla genç dimağları ele geçirmeye mi çalışıyor acaba? Çok pis şüphelendim. Bu konuyu araştırmaya gidiyorum...

Başka bir eften püften konuda da görüşmek üzere...

Boş işler bunlar...