genova etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
genova etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24.2.09

ANNE, BÜYÜYÜNCE KURTADAM OLSAM?

Gerçekten gereksiz bir yazıdır, şimdiden uyarırım.
Sabah kalkar kalkmaz yatak keyfi niyetine John Landis’in “An American Werewolf in London” filmini seyrettikten hemen sonra kendimi dışarı attım. Zaten attım attım, yoksa tüm gün evde pinekliyorum hiçbir şey yapmadan. Hava da pek güzeldi söylemesi ayıp. Şehir merkezine vardıktan sonra bir müddet kokoşların caddesi Via XX Settembre’de takıldım. İndirim bitmiş, o yüzden kalabalık da bitmişti. Bir müddet sonra “cinsiyet gereği” elimin sürekli cüzdanıma gittiğini farkeder farketmez ayaklarımın istikametini limana doğru çevirdim. Başına buyruk sol ayağım biraz direndi ama sonunda pes etti. Böyle sarsak sarsak ilerlerken gene hafif sola çektiğimi farkedince oracıkta duruverdim. O da ne? Karşıki duvarda Webster! Yok Webster değil! O yahu! Cıkkk, değil! Hatırlayan varsa lütfen söylesin, bu Webster değildi ama kimdi? Hafızam sıfır! Kendisiyle “Naber len Webster olmayan Webster?” diyerek biraz sohbet ettiğim esnada, ezeli düşmanım insanoğlunun bakışlarına daha fazla dayanamayarak yeniden yürümeye koyuldum. Limandaki müzik markete girdim. Tatataaa! Bir japon yönetmen! Hemi de kim? Shinya Tsukamoto! Tetsuo, Koroshiya Ichi ve Snake of June desem! Baktım hangi filmi var diye, Akumu Tantei (Nightmare Detective) var imiş. Hmm alsam mı acaba? Acaba!? İnanılmaz ama almadım. Bir an kendi kendimi “Eferim, biraz olgunlaştın galiba sen” diye pohpohlarken, dışarıya adımımı atar atmaz bir kere daha (Atari oyunlarının dandik level atlama müzikleri yerine) tatataaa! Son zamanlardaki takıntım, 1 euro ile çalışan para tuzağı oyuncak otomatları! El cüzdana gitmiyor ama bunlar için sinsi ben, her daim bozuklukları ceplerime doldurmuş! Dolayısıyla elimi cebe attım oh oh ne ala! 1’likler cirit atıyor. Tanıştırayım, yeni arkadaşım Şörli! Aynı ben. Hem tombul, hem ebleh! Çok iyi anlaşacağız, eminim. Bu arada içimi bir pişmanlık kapladı tabii, filmi alsaydım keşke diye. İkinci kez kendimi tuttum. Bu arada sadece Şörli değil ki, Şon var, Timi var, Timi’nin anası ve bir de Bitzer var. Var oğlu var da, benim asıl istediğim başka birşey. Dur anlatayım. Şimdi şu alt yandaki arkadaşın gözleri pörtlüyor. Bu mumya. Mumyadan başka kuru kafa, frankeştayn ve drakula var. Bana ilk kuru kafa çıktı, ardından da mumya. 3. denememde, ki bunlar hep farklı zamanlarda oluyor, bir mumya daha çıktı. Drakula’ya taktım ya duramam, illa onu bulmam lazım. Aksi gibi bu otomat da sadece bir yerde var Genova’da benim gördüğüm. O da bir çocuk giyim mağazasının girişinde duruyor. Dün yine gittim buraya, cepte bozuklar, sapık gibi! Önce vitrine bakıyormuş gibi yaptım birazcıcık. Ardından direk saldırdım. İki kere çevirdim ve ikisinde de mumya çıktı gene ya! Nasıl bahtsızım, nasıl bedbahtım anlatamam. Valla yemeden içmeden kesildim. Abur cubur- çikolata aslında- paramı bunlara yatırıyorum. Çikolata yemediğim için de hem süzüldüm hem de uyuzluk kat sayım arttı doğal olarak. Telefonumu ve çekmecelerimi görseniz önce korkabilir sonra da benimle arkadaşlığı dahi kesebilirsiniz yani o derece! Hiç aklınızdan “yeğenlere verirsin n’olcak” diye geçirmeyin. Ölürüm vermem. Böyle bir durumda aynen Sunako-chan gibi oluyorum. Napıyoruz? Hep beraber yana bakıyoruz! Aslında bu resim değil, elinden anatomik iskeleti Hiroshi-kun’u alındıktan sonraki vampir dişli ve parlayan gözlü bir Sunako-chan var ama bulamadım. İsteyen kafasında canlandırsın, istemeyen ..masın! Neyse, azimliyim ama. Bir drakula bulmadan şurdan şuraya gitmem. Şörli’ye sordum ne yapayım şimdi diye, saat 2 suları. Sinemaya git dedi. Hmm... Aa! Underworld: Rise of the Lycans gelmiş! Verdiğim sözler nereye gitti? Gidiyor işte böyle durumlarda. Zaten iş yok güç yok. Kafa çok iyi değil ama seyredeceğiz artık. Lakin daha başlamasına iki buçuk saat var. Bak nasıl acıyorum şu italyan veletlerine. Hiç, okulu asayım da bir sinemaya gideyim gibi bir zevkleri olmamış. Zira en erken seans 15.30’da! Eh, o zamana kadar zaten okul bitti, bitecek. Halbusu var mı şöyle sabah 10.30 gibi ilk filmi patlatıp, ardından bir ikincisini patlabilmek gibisi. Yaa! Ne günlerdi peh peh! Film saatine kadar kendime bir kıyak daha geçip hayatta sevdiğim ikinci sarı şey olan patates kızartmasına gömülüp, löpçük löpçük yaptığım yağlarımla “Heyt be! Bana işleyemezsin artık soğuk!” diye hafif dayılanıp, liman kıyısındaki banklardan birine, tam Gilda’nın karşısına oturdum. Biraz vakit geçmiş idiydi ki, adamın biri oturduğum bankın ucuna birşeyler söyleyerek çömdü. “Bana mı dedin birader “ dedim doğal olarak. “Hava da ne güzel değil mi?” diye geyiğin dalağını yararcasına bir başlangıç yapınca, “italyanca bilmiyorum” dedim bu sefer ingilizce! Riske bak! Ama %80 yırttım yani konuşmaktan! Çat pat birşeyler söylemeye çalışınca bu sefer hiç ağzımı yormadan direk gözümle “ingilizce de bilmiyorum” deyince adam da haliyle sus end dı pus evrenine kapağı atmak zorunda kaldı. Yanlış anlaşılmasın hep böyle uyuz değilim. Yalnız öyle anlar oluyor ki, oturmuş, bir; su sesi, iki; beyaz leş kargası olarak adlandırabileceğimiz martı sesi, üç; karnaval niyetine prenses ve korsan olmuş veletlerin seslerinin bir arada yaptığı gürültüyü , doğrudan insan sesine tercih ettiğim zamanlar –evet belki haddinden fazla çok- oluyor. Bu da öyle anlardan biriydi. Gücendirdiysem özür dilerim! Film saatinin yaklaşmasını fırsat bilip “hoşçakal Gilda” diyerek’ten’ salona uzadım. Hay ben senin! Bilerek koyuyorlar kesinlikle. Burda da yok mu o otomatlardan! “Ee! Yeter ama. Kaç yaşına geldin kızım!” diye güzel bir nutuk çektikten sonra kendime, nutkun hiçbir işe yaramayacağını yaklaşık bir buçuk saat sonra, film bitiminde, anneme telefonda “Anne, büyüyünce kurtadam olabilir miyim?” sorusunu sorduğumda anlamış bulunuyordum. Kıssadan hisse; bir güne iki kurtadam filmi fazla gelebilir, dikkatli olmak lazım.

21.2.09

Yoğun istek üzerine; İTALYAN BÂTILI

Çocuk mocuk yapmayarak bir yandan İtalya'nın nüfusunun azalmasına sebebiyet verirken, diğer yandan dert tasa çekmeyerek ömürlerine ömür katan yaşlı insanların kenti Genova'dan yeniden merhaba! Bu seferki dandik konumuz İtalyan Bâtılı'na hoşgeldiniz.

Yanda gördüğünüz asma kilitler, italyan kardeşlerimizin aşklarını daim kılmak için önlerine gelen her parmaklığa astıkları, kimilerine göre temenni kimilerine göre bâtıl inançları. Kilitlerin üzerlerinde genelde tarafların isimleri olmakla birlikte, klasik duvar yazılarında da bulunabilen her türlü geyiğe rastlmak mümkün. Bu fotoğraf Roma'da, Allah kalabalığını eksik etmesin, Trevi Çeşmesi'nin karşısındaki kilisenin kapı parmaklığına ait. Aslında Genova'da da var bu asmalardan emme alındığı günden beri format yüzü görmeyen lapırtopurum, İtalya'ya geleli beri kesintisiz her ay, bağımlıymışçasına format yediği için benim fotolar da arada bir hakkın rahmetine kavuşuyor. Son zamanlarda "hal/durum" manasında "format" kelimesini çok kullanmamın nedenini rahatlıkla buna bağlayabilirim. Konuya geri dönersek, nerde kalmıştık?... Kilitlerin mana ve ehemmiyetini bana anlatan italyan arkadaş daha birçok şey söyledi ama ben o esnada kilitlerin üzerindeki "made in Italy" yazısına takılıp başka alemlere daldığımdan hatırlamıyorum. Zaten tam o an, klasik alık bakışım yüzümde yer etmiş olmalı ki arkadaş da bir müddet sonra susmayı yeğledi.
Bu gibi durumlarda çok sevgili abimin, '80'lerin sonu, '90'ların başında sık sık dile getirmek suretiyle aile fertlerine sıkıntılı günler yaşattığı özlü sözü "Bırak bu işleri, devlet su işleri" ni söyleyerek, bilmem kaçıncı kez aranızdan çekiliyorum.

29.1.09

MİKADO'NUN, AY ÇOK PARDON, CENOVA'NIN ÇÖPLERİ

Mavi ışığa doğru yürü! Orda hayatın sana bahşettiği yegane şeyi göreceksin; çöplüğü!
Geçen gün Genova'nın biricik şikayet ustası Sırma Hanım'la konuşurken (Bu sefer oyacak beni kesin! Kendisini rezil ettiğimi düşünüyormuş burda yazdıklarımla. Halbusu ne alakası var? Seni sevmesem buraya adını dahi yazmam kü!) sergiler başta olmak üzere ana etkinlik merkezi Palazzo Ducale'nin yakınında, bu mavi ışığın geldiği yeri göstererek, burayı bar sanıp girmek için yeltendiğini ama yerin çöplük çıktığını söyleyince farkına vardım. Tarihi şehirin sokakları, ablamın 80'lerde giydiği, benim de paçalarından çekmek suretiyle çıkarma görevi ile onurlandırıldığım blucini gibi daracık olduğu için haliyle büyük çöp konteynırlarını koyacak yer yok. Onun için yer yer boş buldukları binaların altına, böyle dışarıya ilahi bir mavi ışık vererek çöp odacıkları yapmışlar. Tarihi merkezden çıktıktan sonraki yerleşim alanlarında plastik, cam, kağıt ve diğer ortaya karışık çöpler için büyük büyük büsbüyük konteynırları bulmak çok kolay. Gördüğüm kadarıyla insanlar da bu konuda bilinçliler. Üşenmeden ayırıyorlar çöplerini. Hayır arkadaşım. Gidip çöpleri karıştırıyor değilim. Ama cam güzeli şeklinde, cam kenarına oturup izlediğim oluyor tabi ara ara:) Ben de ev arkadaşımın saboteleri haricinde mümkün olduğunca ayırmaya çalışıyorum ama her seferinde plastik torbasında kağıt, kağıt torbasında cam bulunca canımdan bezer bi hale gelerek "Yeter ulan, ben mi kurtarıcam İtalya'yı be" diyerek cellallendiğim de olmuyor. değil Velakin Allah düşmanımın başına pasaklı ev arkadaşı vermesin diyor, bir sonraki güzide Canova belgeselimizde buluşmak üzere hoşçakalın diyorum.

27.1.09

CENOVA'NIN LEZZETLERİ / CANESTRELLI

Pesto, focaccia, gnocchi'den hemen sonra -biraz geç de olsa- sıra, Liguria'ya has canestrelli'ye geldi. Bildiğimiz limon aromalı kurabiye. Tarif de vereyim mi?
1,25 su bardağı un (180 gram diyi),
100 gr tereyağ,
bir yumurtanın sarısı (beyazı da olabilir, bakamayacağım şimdi sözlüğe)
60 gr vanilya (evet yoğun bir vanilya tadı da var)
yeteri kadar şeker (böyle tarifte hiç görmemiştim)
üstüne depudra şekeri,
Gerisi bildiğiniz gibi. Afiyet olsun.

27 Ocak Salı, ertesi gün,
Evde Canestrelli yapan binlerce insan, ağır vanilya kokusu dolayısıyla kendinden geçti. Olaya müdahale eden ilkyardım ekipleri insanları kendine getirmede son derece başarısız. Blogunda verdiği canestrelli tarifinde yüksek dozda vanilya kullanımına sebebiyet veren Ninja Tuğba, her yerde aranıyor. Polis had safhada tehlike arzeden bu kişiyi görenlerin kendi müdahale etmeyip hemen polisi aramasını söyledi. Dakika dakika gelişmeler burada. Bizden ayrılmayın (Annem olsa "Yok! yapışalım bari" derdi.
Efenim geceyarısı "60 gr vanilya kullanılır mı yahu" diyerek yatağımdan hortladım. Çektiğim vicdan azabı dolayısıyla bu düzeltmeyi buraya ekliyorum. Düzeltme sayılmaz ya diyeceğim şu; yukardaki tarif yanlıştır. Yapmaya kalkmayın. Zatin bildiğimiz kurabiye. İsteyen klasik tarifi kullanabilir ama, ona karışamam artık...

23.1.09

DİKKAT MESAİ SAATLERİ İÇİNDE GREV YAPILIR, GREVDEYKEN PSP OYNANIR

Bir aydan sonra kendimde yeniden gezmek için güç bulmuş, Pisa üzerinden Lucca, Floransa ve San Gimignano’ya geçmek için yollara düşmüştüm ki trene bindikten yaklaşık yarım saat sonra biletçi amca, biletimi deldikten hemen sonra bana şöyle bir bakıp, ‘Bugün grev var, tren Pisa’ya kadar gitmeyecek’ dedi. Olay bu sabah, birkaç saat önceye tekabul ediyor. Apar topar olmasa da saat 9 olmadan gerisin geri Genova’ya dönen tren bulmak umuduyla bir sonraki durakta indim. Grev’i 'genel' mesai saatleri içinde yaptıklarından dolayı sabah 9 ile akşam 5 arası çalışmıyorlar (Bu saatlerden önce ve sonra çalışıyorlar ama...Hiç çalışma, beni de yanıltma be kardeşim. Hakkını istemene birşey diyen yok ama... Ama da ama yani...). Giden bilet parama mı yanayım, sabahın köründe kalktığıma mı yanayım, ‘ulan iki gün internetten uzak kalırım ne güzel’ hissiyatıma mı yanayım bilemedim. Hata bende tabi ki. Haber alma kaynaklarını kontrol etmem gerekirdi. Sanıldığının aksine ve kendimin de büyük bir şaşkınlıkla karşıladığı üzre çok sinirlenmedim. Tek gıcık olduğum nokta “Bu işyerinde grev vardır” manalı bir pankart görememiş olmam. Büyütmenin anlamı yok (Kendimde hafiften bir Buda oluşumu gördüm. Kulak memelerim de biraz daha sarkarsa tam olacak.) Bugün olmazsa yarın olur be güzelim diyor asıl saçmalığıma geçiyorum. Az önce Pisa’ya gerçek olmasa da sanal yoldan gitmiş bulundum. Eski olmasına rağmen benim yeni oynama fırsatı bulduğum, Taito Legends Power up adlı, eski atari oyunlarını ‘Ne günlerdi be’ diyerek yad edmemize olanak veren bir Psp Geymisi sayesinde. Klasik oyunumuzun adı Baloon Bomber, yeni versiyonu ise Baloon Bomb 2005. Yeni versiyonundaki arka planlar İtalya’nın mutena kentlerini yanstıyor. Dolayısıyla gitmeye gerek kalmadı sanırım.
Aslında bir ‘aslında’ daha var. Baloon Bomb’u az önceye kadar oynamamıştım Psp’de. Çünkü eskiden beri başka bir oyuna takığım ben. The Legend of Kage’ye (Ninjalar tarafından kaçırılan Prensens Kirihime’yi kurtarmak için seferber olan iga ninjası Kage’nin kısa macerası. Kage bazen yapraklar arasında bir ateş parçası bulup alır ve transa geçip tüm ninjaları elma gibi ağaçtan döker ki en sevdiğim bölümdür). A ne göreyim! Hem eski hem de yeni versiyonu mevcut. Ama psp’deki eski versiyonu da atarideki versiyonundan çok ufak bir ayrıntıyla farklı. O da bendeki versiyondaki Prenses’i kaçıran ninjalar onu bir arabaya bindirmiyorlar, doğrudan kavradıkları gibi koltuk altında karpuz misali uçuruyorlardı (Yine de biraz atma payı vermiş olabilirim kendime). En sevdiğim kalıp olan ‘İşte böyle...’ diyerek yaşlı teyzelerin arasına karışmak için bu nadide günde, Cuma Pazarı’na doğru yol alıyorum efendim. Gelecek oyunlarda buluşmak dileğiyle diyelim:)

21.1.09

IMAGO MORTIS

Sonunda turistik atraksiyonlu limandaki, Fitaş kırması Cineplex sinemasını deneme fırsatını yakaladım. Arada bir ben de vizyon filmi seyrediyorum herhalde. Demiştim ya italyan olduğu müddetçe sinemaya gitmekte sorun yok diye. Ama gel gör ki-yalvarıyorum bak-gittiğim film italyan olmasına rağmen ingilizce çekilip, italyanca dublajlanmış çıktı (İtalyan korku filmleri böyle çekiliyor). Biraz ağızlara takıldım tabi ama e artık artizlik yapmanın da alemi yok. Neyse...
Gençten bir yönetmenin (yönetmenlik açısından genç) , Stefano Bessoni’nin yönettiği, Imago Mortis adlı bu film iyi başlamasına rağmen son dönem korku, gerilim, gizem filmleri gibi iyi bitmedi. O halde iyi olan noktasından başlayıp biraz konudan bahsedelim. 400 yıl önce (yılı, filmin sonlarına doğru öğreniyoruz)kaçık bir simyacı (Giramolo Fumagalli), kafayı fotoğraf üretmekle bozmuştur. Önce kendine bir kurban seçip, kurbanın kafasına kendi üretimi metal bir aksam takar. Bu aksam kurbanın gözlerinin yuvalarından fırlatılmasına yarar. İşte, kurbanın gördüğü son görüntü, çıkarılan gözün “Thanatografia” denilen aletin içerisine konularak cama alınan baskısı ile ilk fotoğraf elde edilmiş olur. Hemen aklınıza “ya kurban gözlerini kaparsa” diye bir soru gelebilir. Kapatamaz efendim! Bu metal aksam öyle bir düzenek ki kapatmaya izin vermez. Arkadan anahtarını çevirdiğiniz an sistem işlemeye başlar ve “fulok”, sizin gözler dışarda. İşte 400 yıl önce işler böyle yürüyordu sevgili seyirci. Fotoğraf sanatının ne meşakkatlı olduğunu gör. Öyle bir düğmeye basmakla olmuyor. Günümüze gelirsek; genç sinema öğrencisi Bruno tüm aile fertlerini yeni kaybetmiş, sinema okulunda yatıp kalkan bir tiptir. Aslında diğer tüm öğrenciler okulda yatıp kalkmaktadırlar. Ama bunda garipsenecek birşey yok tabi. F.W.Murnau Enstitüsü adlı okulumuz- film Torino’da çekilmiş- tuğla bir yapıdır. Film boyunca bol bol arşiv yakınında gezdiğimizden, arşiv de bodrumda bulunduğundan kelli hafif bir atmosfer yaratma çabaları olmuş ama pek etkileyici olduğunu söyleyemem. Oysa ki tuğla yapıyı tamamlayan sürekli gri gökyüzüne aferinden başka şey diyemem . İşte bu Bruno efendi, hocanın “zaman” temalı ödevini okul bahçesinde çektiği kuş ölüsü fotoğrafı ile gerçekleştirir. Fotoğrafı çektikten hemen sonra “taaak” diye bir ses gelir. Ben hemen dönüp bakarım da bu Bruno nedense çok korktu, insanı sinir edecek kadar bir müddet dönüp bakamadı. Oyuncuya ilk sinir olma durumu da beni burda yakaladı. Durun, bakıyor galiba!.. Gökten bir genç düşmüş, sağ tarafı kanlar içinde yerde yatıyordur. Bruno deli gibi solurken, ceset, gözlerini Bruno’ya çevirip kalkmaya yeltenir. Şöyle bir silkenen Bruno ortada ceset meset olmadığını görür, rahat bir nefes alır. Filmin ikinci atraksiyonu da budur efendim. Çok sevgili Bruno okul masraflarını çıkarmak için bu esnada arşivde çalışmaya başlamıştır. Günlerden bir gün, raflardan birindeki bir filmi alır ve seyretmeye başlar (Bak sen hele!). Aman yarabbi! Film okulun kapısından başlayarak piknik alanı gibi bir yerden geçip, bir mağarada sonlanır. Kamera mağaraya girince ekranda az önceki cesedin vücut bulmuş halini görmez miyiz? Bruno gene histerik! Bu arada bizim de gerim gerim gerilmemiz lazım amma... Bruno artık yerinde duramaz. Bu gizemi çözmek zorunda hisseder. Cilveleştiği, henüz kızarkadaşı olmamış sınıf arkadaşını da yanına alıp bu piknik alanını geçip mağaraya varır. Bir korsan sandığı kendisini beklemektedir. Sandığın içinden Thanatografia ve metal kafalık çıkmasın mı! Yaptığı keşfin gururuyla sandığı odasına götürüp yatağının altına yerleştirir. Sabah okul müdürüne aletten bahsettiği zaman adam hafif heyheylenip “göster bakim” dediğinde, yatağın altında çoktan saman toplarının estiğine gözümüzle şahit oluruz. Hoca demişken, bu hocalar da bir tuhaf. Okul müdiresi Geraldine Chaplin. Süper güzel gözlüklü, Bruno'nun ödevlerini kayıran bir müdür. Kafasını eski fotoğraf makineleri ve kameraların mekaniği ile bozmuş bir hoca. Kafayı Thanatografya ile bozmuş, onu yeniden canlandırabilmek için çizimler yapan başka bir hoca var. Film, seyirciye, bu insanlar arasında klasik yoldan şüpheli beğendirme yarışı içerisinde bir onu bir bunu gösterirken ben başka bir şeye takılmıştım. Bruno’nun haddinden fazla yerinden çıkmaya müsait gözlerine! Biraz sonra başka iki çift göze takılacaktım ama; Japon oyuncu Jun Ichikawa’nın gözlerine (Dario Argento’nun Üçüncü Annesi’nde trende kafası Asia tarafından kapıya sıkıştırılan oyuncu). Thanatografya yeniden ortaya çıkınca hocaları bir telaş alır. Hemen ardından aletin okulla ilişkisini öğreniriz. Filmin başında seyrettiğimiz mini film aslında okulun hocaları (müdür dahil) tarafından çekilmiştir. Film sırasında birşey ters gitmiş, aslında kilitli olması gereken metal kafalık kazara oyuncunun gözlerinin çıkmasına neden olmuştur. O günden sonra da alet lanetlenerek ortadan kaldırılmıştır. İşte alet yeniden hem ortada, hem kayıp. Yani cinayet saati yakın demektir. Keşke öyle olsa! 70. dakikaya kadar ne aksiyon var ne birşey. İki kan görelim bari deseniz o da tatmin edici boyutlarda değil. Gerilim deseniz, Bruno haddinden fazla gerilmiş. Karşımda gerilmiş biri varken ben niye gerileyim ayol. Onu sakinleştirmeye çalışırım herhalde. Cinayet dedik ama buraya kadar ortada suç falan da yok, yanlış anlaşılmasın. Hayalgücünün biraz fazla çalıştığına tanık olduğumuz Bruno’nun başının altından çıkıyor tüm bunlar. Bizi de peşinde sürüklüyor. Kafayı makinelerle bozmuş hocanın ortadan kaybolması da herşeyin üzerine tuz biber ekiyor. Bruno’nun hayallerini hocanın küresiz göz boşlukları doldurmaya başlıyor. Bununla birlikte filmin başından beri ara ara önümüze atılan yemleri yutarak hep beraber şüpheli listemizde bir kesinlik oluşturuyoruz. Sona doğru yaklaşırken saçmalıklar da beraberinde geliyor. “Katil uşak” deyip bitirmeyi çok isterdim doğrusu. Nerde o eski filmler... Böylesi filmlerde, yan oyuncular, asıl karakterin durumuna anlam veremeyip, ona hafiften deli muamelesi yapar (hatta sakinleştirici vs verirler), yalnızca seyirci ana karakterin yanında olur ya, izninizle ben bu filmde yan karakterlerin yanında olmak istiyorum. Bu herif deli yahu, alın şunu filmden diye bağırmak istiyorum. Uzun lafın kısası, finalde ortaya bir katil çıktı evet. Önce japonları öldürdü (kınıyorum), sonra Bruno ile yavuklusunu öldürmeye çalıştı ama bu noktada olaya başka biri dahil oldu. Çok fazla açık vermek istemiyorum, niyeyse...
Gelelim filmin genel karakterine. İyi başladığını söylemiştik zaten. Film içerisinde hocanın “zaman, ölüm, korku, kader ve gerçeklik” temalarıyla verdiği ödevlerle, Bruno’nun, dolayısıyla filmin, bu kavramlarla birlikte ilerlemesi de güzel. Depresif, içe dönük Bruno’nun sürekli gülümseyen, her yanından pozitiflik akan yavuklusu ile nötrlenmesi de iyi. Öte yandan ilk dakikada uyuz olduğum Bruno’nun oyunculuğu, baştaki mini filmin, asıl filmin ilerleyen dakikalarında birkaç kere daha karşımıza gelmesi-en azından değişik bir açıdan göster bari değil mi? Ne bileyim gözler tam çıkarken mesela-gereksiz kişilere şüphe çekme yarışı, ortadan kaybolan ya da finalde birileri öldürüldükten sonra hiçbirşey olmamış gibi insanların hayatlarına devam etmesi, bir yerden sonra insanın “Yuh, artık! Daha neler!” demesine sebebiyet veriyor. Kısaca korkudan ve kan iğrençliğinden daha ziyade gerilime odaklanmış bir film diyebiliriz. Biraz fazla yermiş olabilirim ama çok kötü bir film değil. Ben çok eğlendim bir kere. Mesela ilk sahneden sonra acaba ilk kimin gözü çıkacak ya da kimin gözü çıkmaya daha uygun gibi şeylerle kendimi bir müddet oyaladım. Film yaklaşık 5 üstünden 3,5 yıldızla ortalıkta dolaşmakta. Film içinde film türlerimize yeni bir film daha eklerken, şu thanatografya ne menem bir teknikmiş araştırmaya gidiyorum efenim.

Not: Bu notlar da klasik olma yolunda ilerliyor. Yazıya sıkıştıramadığım herşeyi "not" adı altında alta ekliyorum. Gözden kaçmamış eferim. Film, "italyan korku sinemasının yeniden yükselişi mi?"sorusuyla vizyona girdi. Yönetmen Bessoni "Şu an İspanya'da olduğu gibi, İtalyan fantazi sinemasını yeniden canlandırmak hedefim" demiş.

http://it.youtube.com/watch?v=WH6o4Mqptp4 (On saattir eklemedi videoyu.İsteyen burdan seyrediveğsin.)

20.1.09

CENOVA'NIN MÜZELERİ 5 (DİYELİM)

Kıytırık müzelerimize kısacık bir ara verip, bugün sizi turistik atraksiyonu bol bir yere götürüyorum. Cenova’nın akvaryumuna! Özellikle siniri tepesinde olan arkadaşlar şöyle bir adım öne gelsin. Derde, tasaya, sinire, uyuza birebir bir yere gidiyoruz. Bilet fiyatını gözardı edebilirseniz elbette (17 euro). “Uu çok pahalu, çok pahalu” deyüp kapıdan dönen çok olii! Ama yılmayalım. Hayatta herşeyin bir bedeli olduğunu unutmayalım.
İşte girdik. Sol tarafta geniş resepsiyonlu bir salon. Karşı duvarda 15.yy’dan kalma duvarı fon olarak kullanan, türlü çeşit balık barındıran bir akvaryum. İlk girişte geziye adapte olmak zordur. Bir sürü balık var. Hiçbirini tanımıyoruz ki! Alarm alarm... Resepsiyondaki kadınla göz göze geliş, hemen ardından gözün stand üstündeki rehber kitapçığa kayışı (2.5 euro da buna bayıldık). Ve beklenen an; ellerin cebe girme anı. “Sinirim tam da geçer gibi olmuştu” mu dediniz? Daha durun canım, bu ne ki? İki dakika sonra kafayı kaldırıp akvaryumun üstüne baktığınızda her çeşit canlının ismi ve cisminin yazdığı tabelaların sinirinizle aranızda hiçbir husumet bırakmayacağını söylesem canıma mı susamış olurum? Haddinden fazla boylu poslu rehber kitapçığımızı kullanmaya gerek kalmadığını görerek çantamıza yerleştirip gezimize devam edelim. İşte takip etmemiz için ok da koymuşlar. İlk durak köpekbalıkları. Ama önce 3 boyutlu mini belgeselimizi izliyoruz. Sadece izliyoruz zaten tüm belgesel italyanca hep italyanca. Köpekbalığı şöyle üstüme üstüme gelsin diye bekledim ama pek oralı olmadı hayta. Yandan yandan geçip durdu. Devam edelim. Sağlı sollu camlı bölmeler, rengarenk binbir çeşit deniz canlısı. İlk ilgimi çeken dev japon yengeçleri. Çoğul konuştum ama iki tanecik var topu topu. Bu kadar sevimli olunmaz ama... Ben yürüyorum o beni takip ediyor. Bu arada çok sevgili Sırma Hanım da bize eşlik ediyor. Köpekbalıkları dedik araya yengeç sokuşturduk. Suç bende değil. Öyle düzenlemişler. Biz zaten okları izliyoruz öyle değil mi? Sırayla foklar, al işte 4-5 çeşit köpekbalığı, iki adet yunus. Bu yunuslardan biri çok terbiyesiz vallahi. Tam önümde, şöyle tüm heybetiyle durup kakasını yapmasın mı! Ağzımın kenarına isabet ettirmiş günercin ya da martı (görememiştim ne cinstir) var yunus efendi. Öyle cam arkasından olmuyor yani. Kimle dans ettiğini bil! Bu arada harbiden dans ediyordu kendisi. O an beynimde bir şimşek çaktı. Ulan dedim burda asıl kim kimi izliyor? Öyle ya bu deniz canlıları kendi dünyaları içinde özgürce gezinirken okları takip etmek zorunda olan biz değil miydik? Üstelik biz bunun için para ödemişken onların cebinden 5 kuruş çıkmamıştı. Biraz rengim attı ama elden ne gelir. Bana nanik yapar gibi kıçını dönüp uzaklaşan yunusun yaptığı etki de olabilir bittabi. Neyse efenim gelmişiz o kadar bir yunusun kakasına moral bozacak değiliz herhalde. Devam edelim. Piranalardan palyaço balıklarına, penguenlerden deniz hıyarlarına kadar daha neler göreceğiz neler.

Gördük bitti...
Üst kat tamamen akvaryumlu bölüme ayrılmış. Alt katta ise yağmur ormanı ambiyansı yakalanmış. Canımdan çok sevdiğim kurbağalar da bu katta bulunuyor. Yanda görüldüğü üzere domates kurbağası en sevdiklerimden. Bu katta ayrıca sürüngenler (bir piton dahil) ve insanların mıncıklayabilmesi için bir havuz dolusu tırpana balığı mevcut. Kısacası dünyanın çeşitli bölgelerinin (Kuzey Amerika, Madagaskar, Karayipler vb.) canlılarını kapsayan küçük yaşam ortamları yapılmış. İki bilgi kırıntısı da yapı hakkında vereyim de hep geyik yazıyorsun demeyin. Yapı 1992 Expo fuarı için eski limanda (tüm turist atraksiyonlarının olduğu yer) Renzo Piano tarafından inşa edilmiş (Kafanı nereye çevirsen Piano’yu görüyorsun zaten, onun ‘çün şaşırmıyoruz). İç mimarisi ise bir amerikalıya ait (Niyeyse...). Her yıl bilmem kaç bin tane turist çeken bu güzide yapıyı fırsatınız varsa ve cimri değilseniz geziniz işte öf!
Akvaryumdan ayrılırken günün sorusu Sırma Hanım’dan geldi; Burdan çıkıp balık yiyen var mıdır acaba? diye sordu. Tabi ki vardır. Balıklar acı çekmez ki demek isterdim ama külliyen yalan hem de nasıl çekiyoruz. Misal geçen hafta yediğim ninja yıldızı hala sızlatıyor. Sırma Hanım’dan da korkulur yani. İçerdeyken bir ara leopar görüp bundan iyi kürk olur diyen kokonalar gibi 'bütün balıkların deseninden elbisem olsun istiyorum’ dediği zaman anlayıp hafiiften tüymeliydim o ortamdan ama neyse...
İki paparazzi edasıyla (o kadar para saydım, bir sürü fotoğraf çekmeyen en adidir diyen görmemiş hesabı da olabilir tabi) Sırma Hanım’la camlara yapışıp o kadar fotoğraf çektik. Gelin görün ki japon yengeci ile domates kurbağası sadece Sırma Hanım’a poz verdiler. Dolayısıyla Sırma Hanım’a bu iki fotoğraf için teşekkür eder, diğer fotoğraflar için alttaki linki tıklamanızı öneririm.

13.1.09

CENOVA NİNJA OLAY MAHALLİNDEN BİLDİRİYOR/CENOVA'NIN MÜZELERİ 4

Karpuz kokulu Cenova’dan yeniden merhaba. Kısa bir ara verdiğimiz müze gezilerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. (Aslında bugün müze gezmek hiç aklımda yoktu. Milano’ya gitmek için sabah erkenden kalkıp yollara düştüm. Ama son anda benden mi yoksa otobüsten mi kaynaklandığını anlayamadığım bir hata neticesinde kendimi yola çıktığım yer olan evimde buluverdim. Daha ayrıntılı anlatmak gerekirse(gözünden anlıyorum ben seni kısa kes diyorsun ama son zamanlarda çenemi çalıştıramadığımdan yanetkisi elime vurdu)sabah erkencecik Leonard Cohen’in sesi ile uyanmışım(değiştiremedim kardeşim şu alarmı ya). Öyle güzel uyanmışım ki kahvaltı bile yaptım. Sonra bindik otobüse gidiyoruz tren istasyonu Principe’ye. Evden bu istasyona gidebilmem için iki otobüse ihtiyacım var velakin ne olduysa ikincisine bindiğim sıra oldu. Bu salako istikametini mi değiştirdi gene nedir! Aa! Bir baktım bindiğim yerdeyim. Sonra bir de saate baktım. Hala yetişebilirim. Bu arada öteki tren istasyonunun önündeyim-Brignole. Girdim istasyona belki tren yakalarım Principe için diye. Tam yukarı çıktım tren kalktı. Dur heyecan yapma. Başka bir tren daha var Principe’ye giden. Onun saatine baktım. E iyiymiş işte. Sonra biraz düşündüm. Daha bilet almamışım. Principe’ye varacağım da, bilet otomatlarının olduğu yere gideceğim de, o saatte zaten kalabalık olur. Bir de gerisin geri yeniden trenin kalktığı yere ineceğim de. Tüm bunları 9 dakika içinde yapmam gerek ama. Bir yandan yaparım gibi geliyor, diğer yandan işime gelmiyor. Şöyle ki; hani bazı okul günleri olur ya, zorlanmadan kalkarsınız fakat canınız birşey yapmak istemediği halde gidersiniz okula. O esnada birşey olmuştur, ders iptal edilir. O ne sevinçtir öyle. Gerisin geri eve ve yatağa. İşte öyle bir ruh hali içindeyim ben de. Uzun lafın kısası “ya git kızım evine mis gibi,kır dizini otur” dedim kendi kendime. Şöyle bir soluk aldım, döndüm eve. Bu arada öteki beni dürtüyor “Madem erken kalktın, hava da mis gibi, birşey yap, gün boşa gitmesin”diye. Gıcık oluyorum buna, ama birlikte yaşamak zorundayız n’apalım. İşte verdik kendimizi gene müzelere. )
O halde sol baştan sayalım; Denizcilik Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Palazzo del Principe (binanın kendisi müze).
Da da daaa da dada da daaa(Giriş müziği)... Efenim Denizcilik Müzesi (Museo Civico Natale) Cenova’nın nevi şahsına münhasır semtlerinden Pegli’de bulunuyor. Otobüs ile yaklaşık 1.30 saat(belki birazcık daha fazla), tren ile 20-25 dakika. Müzenin içinde konuşlandığı mekan 16.yy’a tarihlenen Villa Centurione Doria. Sergilenen eserlerin yanı sıra Lazzaro Tavarone tarafından yapılmış tavan freskoları da görmeye değer. Dikkatimizi çeken eserler arasında, Matteo Prunes, Vicente Prunes(bunlar ailecek bu işteler), Diogo Homem gibi isimlerin 16-17.yy’da çizdikleri Akdeniz haritaları, gemi maketleri, Domenico Gavarrone’nin 19.yy ilk yarısının sonlarında kağıt üzerine suluboya ile resmettiği gemiler ve yine Georg Braun’un Civitates Orbis Terrarum adlı kitabı mevcut. Sayıca çok fazla olmamakla beraber Pegli ve Cenova limanlarının büyük tablolarını görüyoruz. Hangi resme baktıysam bir Türk gemisi ile karşılaştığımı da belirtmek isterim. Çok büyük olmayan bu müzemizden çıkıp biraz yürüdükten sonra arkeoloji müzesine varıyoruz (Museo Civico Archeologia Ligure). İşte köhne müzelerimize bir örnek daha. Yapı güzel ama arkeoloji müzesi olarak kullanılmaya uygunluğu tartışılır. Kısaca Arkeoloji müzesi işte diyorum ama dibine de çocuklar için diye ekliyorum. (Dikkat dikkat! Müze gezimize kısa bir süre için ara vermiş bulunuyoruz. Lütfen grubunuzu terk etmeyiniz.Valla bugün müze mi gezdim korku filmi seti mi gezdim anlamadım. Hep beraber tahayyül edelim; arkeoloji’den çıktım önümde iki tarafı ağaçlıklı bir patika. Arkamda bir kilise ama en çok göze batan elemanı çan kulesi. Fotoğrafı, çan kulesinin tamamını sığdıracak şekilde hafif yan yatırın, Rodchenko’ya nazire yapar gibi. Hah işte böyle. Önde ben. Benim yerime istediğiniz artizi düşünebilirsiniz. Mümkünse şöyle güzel olanından: -)Arka solumda çan kulesini görebilecek şekilde biraz alttan bakıyorsunuz fotoğrafa. Aniden duyulan çan sesi ve gittikçe şiddetlenen bir rüzgar. 20 metre önümde konuşlanmış bir günercin. Birbirimize yaklaşıyoruz. Gerisi size kalmış; psikopat arkadaşlar kan revan, enteldantel neandartel arkadaşlar psikolojik gerilim, romantik arkadaşlar günercinle aramda bir aşk hikayesi kurgulayabilirler. Hiç sakıncası yok. Ben korktuğumla kalırım.)
Gelelim üçüncü müzemize; Cenova tarihinin önemli kişilerinden Andrea Doria’nın konağı, Palazza del Principe. 16.yy’da inşa edilmiş bu yapı müthiş freskolara da ev sahipliği yapmakta. Aynı zamanda saatlerce bıkmadan bakabileceğiniz duvar halıları(!?) da yapıya ayrı bir güzellik katmakta. Kan ve vahşetin kol gezdiği bu halılar, içinde barındırdıkları figürlerin çoğunun kafasındaki yarıktan akan kanlarla da günün anlam ve ehemmiyetine vurgu yapıyor. (Korku filmi seti, ikinci sahne; Alabildiğine uzanan bir balo salonu. Yerler siyah beyaz mermerle, duvarlar düz sarı-çiçek motifli kırmızı kadife ile kaplı. Ayrıca duvarlarda belirli aralıklarla Doria aile fertlerinin tabloları asılı. Salonun sağ ucundaki kapıdan girmişim. Önümde müthiş bir perspektif ve astiğmatımı azdıran yer döşemesi , salonun her iki tarafında da tavana kadar uzanan pencereler var. Sol tarafta, dışardaki kör edici güneşi hissedebiliyorum ama soldaki pencerelerin birinin önünde uçuşan toz zerreciklerinden. Şiddetli rüzgar pencereleri sarsıyor. Karşı solumda simetriyi bozan karanlık bir tablo, elleriyle aynı yönü gösteren bir kadın figürü. Omzunda Günercin! Devam et arkadaşım sen yazmaya). Bir güne iki günercin fazla diyerek yapının mimari sorunlarından bahsetmek istiyorum. Öncelikle müthiş bir rutubet sorunu var. Tavanlardaki freskoların büyük kısmı nasibini almış nemden. Kimisi kalkmış, kimisi çoktan dökülmüş. Ama nasıl müthiş freskolar anlatmam. Yapı denize yakın ve zemininde problem olduğu aşikar. Zira tonozlardaki çatlaklar el sokulası boyutlarda. O çatlaklardan ne kan akar be biliyor musun oluk oluk!
İşte böyle efenim. Size bu sefer arkeoloji müzesinin yakınında bulunan portakal ağacı ile veda etmek istiyorum.
Not: Parantez içlerini okumaktan yazının bütününe odaklanamadığını biliyorum sevgili arkadaşım. İşte, az sonra konduracağım noktadan itibaren yazının başına dönüp parantezleri es geçerek, sadece müzelerle ilgili kısımları yeniden okuyabilirsin. Ama tekrar okuduktan sonra “ne saçmalamış bu gene be” deme hakkına da sahipsin uyarmadı deme! (.)

9.1.09

LIGURIA HORROR EXPRESS

Geçen hafta bir tesadüfler silsilesi içinde geçti. Herşey, benim meşhur pasajda, dvd standını karıştırırken, japon sokak serserisi formatında alt dudağımı hafifçe aşağı büküp “nanja korre” diye homurdanarak elime aldığım dvd ile başladı. “Kapağına vurulup alanlardanım” laneti bir kez daha iş başındaydı. Tabii bir de filmin içinde geçen “kan” sözcüğü ve Klaus Kinski adı. Dvd’leri çok karıştırmadan bir de “Destroy all monsters/Godzilla”’ı alıp olay mahallinden uzaklaştım. Eve gelip de adam gibi kapağa bakınca ne göreyim; yönetmen Fernando di Leo! Hayran mayran değilim ama saygımız var “A fistful of dollars (senarist), La mala ordina-Manhunt”dan. Filmin adı La Bestia Uccide a Sangue Freddo/ The Cold-Blooded Beast/The Slaughter Hotel(italyan filmlerinin ingilizcede o kadar çok adı var ki ispanyolların soyadları gibi). Filmin çok ayrıntılarına girmeyeceğim çünkü konumuzu pek ilgilendirmiyor ama kısaca değinelim.“Nörotika” tarzı filmlerin bir örneği olarak zenginlikten cinsel buhran geçiren kokoş kadınların yattıkları klinikte hunharca işlenen cinayetlere kurban gitmelerini anlatıyor. Daha ilk dakikalarda Klaus Kinski’yi doktor olarak görünce insanın bu klinikten hayır gelmez diyesi geliyor ama malum hiç kimse sağlıklı sayılmaz burada. Kinski’yi çok tanımıyorum açıkçası, Werner Herzog ‘la çalıştığı bir kaç film dışında. Tanımamaya da devam edeceğim sanırım. Ya da tanıdık tanıdığımız kadar daha ne olsun mu demeliyim... Hele bu filmde bir saçını eliyle atış sahnesi var görülmeye değer. Hani Türk filmlerinde kokteyl sahneleri olur ya figüranların ellerinde kadehler, aslında olmayan bir konudan konuşurmuş gibi yapıp “ah evet” “öyle mi?” gibi abuk sabuk kısa cümleler kurdukları. İşte Kinski de aynen o figüranlar gibi bu filmde. Ne mantık ne başka şey. Kinski’nin katil olduğuna yapılan dayatma ise katili ikinci görüşümde “Kinski’nin saçı azcucuh daha uzundu” şeklinde yaptığım yorumla gömülmüştü zaten. Ama yönetmeni bozmak istemedim çünkü bir de nörotika olayı var malum. Orda da kadınların malum yerlerine yaptığı zoomlar kendi açımdan keşifle karşılanmadığından “Saygılar Di Leo” demekle kaldı. Neyse... Sonuçta bu film Fernando Di Leo açısından nereye yerleştirilir bilemem ama ben filmi dvd rafında çocukların erişemeyecekleri bir yere yerleştireceğim o kesin.
Her zamanki gibi asıl amacımızdan saptık ama şaşırmadık değil mi? Geliyoruz asıl konumuza. Di Leo’nun filmi “Korkunun Ustaları” diye bir dvd serisinden çıkmış. Bir de üstünde Rarovideo diye bi amblem yok mu? Var. Durur muyum? Sanırım durmam. Attım kendimi gene pasaja. Hah işte Mario Bava! Tek bulabildiğim Dvd 2 filmlik “Lisa and the Devil” ve “House of Exorcism”. Aldım filmi çıktım. Burda ayıptır ama uzunca bir yuh çektim çünkü 10 adım attım ki karşımda düne tarihlenen bir ilan; “Liguria Horror Express-Mario Bava ve senarist Roberto Natale’ye göre sinema” adında bir konferans. Gene çok hayranmışım gibi bir izlenim yaratmış olabilirim ama şunu söylemek de yarar var. Nick Cave and the Bad Seeds hariç hiç kimse ve hiçbirşeye hayranlığım yoktur. Tüm ilişkilerim tamamen saygı çerçevesi içerisindedir :p Bava’nın da şimdiye kadar izlediğim film sayısı azdır ama özdür! Film filmi açar demişler. İyi demişler ama bunun için zaman ve para gerektiğini eklememişler ya da para yerine arkadaş:) Neyse sapmayalım konudan gene. İşte bu vesileyle dün bu küçük konferansa dahil olduk. Dil engeline salonun buz gibi soğukluğu ve uykusuzluk vesilesi ile biraz fazla takıldık ama yılmadık. Ligurya Sinema eleştirmenleri Grubu işbirliği ile düzenlenen, Ligurya’nın SanRemo kentinde doğmuş Mario Bava ve diğer uçtaki kentte La Spezia’da doğmuş Roberto Natale’nin sinemaya bakış açılarını değerlendirmek amacıyla Ligurya’nın tam orta kenti Cenova’da gerçekleştirilen konferansta konuşmacılar arasında Marco Ferrari-Aldo Vigono (sunucular), Franco Ferrini ve sinema eleştirmeni (Bava ve daha bir çok isim ve film üzerine kitabı bulunan) Alberto Pezzotta, Bava’nın Kill,baby,kill/Lisa and the Devil/House of Exorcism filmlerinde beraber çalıştığı senarist Roberto Natale ve onunla söyleşiyi gerçekleştiren Massimo Marchelli ve Renato Venturelli vardı. Pezzotta ilginç şeyler söyledi ama arkasından atlı koşturuyormuş gibi önündeki kağıtlardan yaptığı okuma neticesinde boş boş bakmaktan başka birşey yapamadım. Bir de titriyorum bu arada tabii. Roberto Natale de önce sinemaya nasıl girdiğinden bahsetti biraz. Sonra filmlere dair anektodlar aktardı. Bunlardan biri House of Exorcism ile ilgili “Ben bu filmi hiç seyretmedim ki” diyerek salonu kahkalara boğdu. Film biter bitmez yurtdışına çıkması gerektiği için filmi seyredememiş. Bir de “Kill, baby, kill” deki çocuk karakterin nerden çıktığı ile ilgili bir soru soruldu. Bava, bir çalışma sırasında çevredeki erkek çocuklardan birini yanına çağırmış. Çocuğa şöyle bir baktıktan sonra “Bana bir peruk getirin” demiş. Erkeksi havası olan garip bir kız çocuğu fikri işte böyle ortaya çıkmış. Akşam sinemada eski kopyalarından üst üste Kill,baby,kill ve birkaç gün önce ilk defa seyrettiğim House of Exorcism’i seyrettik. Anladığım kadarıyla eleştirmen Pezzotta “kız çocuğu ve topu” olayına biraz fazla takılmış. Şöyle ki; Filmlerden önce sahneye çıkan Pezzotta yine gündeme bu konuyu getirdi ve bunun Fellini’nin-ola ki “Spirits of the dead” -filminde de kullanıldığına dair birşeylerden bahsetti. Daha birçok şey söyledi ama gördük ki okurken peşinden koşan atlı konuşurken de aynı şeyi yaptığı için beni yine boş boş bakma formatına getirip ortalarda bıraktı. Bu da bana kitabı alıp okumaya çalışmam için güzel bir fırsat yarattı. Yalnız kitabı bulamıyorum o da ayrı mesele:) Bu arada Kill,baby,kill’i sinemada seyretmek bambaşka bir keyifti. Hele ki filmi tamamen kırmızı bir kopyadan seyretmek.
Biraz Lisa and the Devil ve House of Exorcism’den söz etmek istiyorum.
Lisa and the Devil 1972 yılında Toledo,İspanya’da çekilmiş. Film İtalya'da hiç gösterime girmemiş, Avrupa’da bazı yerlerde kötü kopyaları gösterilmiş, 1973’te Cannes’da pazara sunulmuş ve Amerika’da yalnızca televizyonlarda seyredilebilme fırsatını yakalayabilmiş. Filmin konusu ise şöyle; Lisa Toledo’ya tek başına turistik bir gezi düzenler. Turist rehberi kilisenin duvarındaki “ölüleri taşıyan şeytan” freskosundan bahsederken Lisa kulağına gelen büyüleyici müziğin peşine düşerek gruptan ayrılır. Bu duruma aşağıda daha güzel bir kılıf uydurduğum için hiç sürü-kurt meselesine girmiyorum. Müziğin geldiği yer antika dükkanıdır. Lisa burada kimle karşılaşır dersiniz? Freskodaki şeytana tıpatıp benzeyen bir adam ve elinde tuttuğu insan boyutlarındaki kuklasıyla. Lisa afallar (harbiden), kaçar gibi kendini sokağa atar ama yolunu bulamaz. Kaybolmuştur. Nereye gideceğini kestiremez haldeyken şeytanımız karşısına çıkar ve sihirli sözcüğü fısıldar “Şurdan git!” ve uzaklaşır. Ah Lisa ne diyeyim ben sana! Biraz sonra Lisa’nın çıktığı düzlükte az önce şeytanın elindeki kuklanın vücuda gelmiş hali Lisa’ya “Elena” diyerek yaklaşıp, sen de kimsin be adam diyerek panikleyen Lisa’nın adamı merdivenlerden itip ölümüne sebebiyet vermesi dolayısı ile kaçarken akşam olması ve yoldan geçen ilk arabayı durdurup “yardım edin kayboldum” diyerek’ten sanki “tüm lanet na işte bu Lisa’da” diyen senaryonun arabayı da bozup tüm bu insancıkları bir malikaneye sığınma zorunluluğunda bırakması bir olur. Malikane’nin uşağı kimdir? Evet bizim şeytan! Gerisini anlatamayacağım çünkü seyretmekle aynı etkiyi yapamayacak. Her ne kadar beni diğer filmler kadar etkilememiş olsa da demem o ki daha ilk sahnede itibaren karşılaştığım fresko, Lisa’nın kaybolduğu tek bir insan evladının olmadığı kargacık burgacık sokaklar (bu durumu çok yaşıyorum öğleden sonra burda ve gittiğim diğer yerlerde), canlıymış izlenimi veren kukla ve tabii karizmatik şeytanımız (Telly Savalas) devam etmek için müthiş sebepler.
Gene çok uzattım biliyorum ama House of Exorcism’ de işte bu “Lisa and the devil”ı alıp sahneleri olay örgüsünü çok bozmadan, Lisa’nın içerisine de şeytanımızı yerleştirip olayı ona anlattırmaktan ibarettir. Edebiyat ve gotik sinemanın öncülerine (Bava’nın kendisine de) gönderme bombardımanı yapan bu film benim kıt bilgimle bile ilginçtir. Aynı zamanda Lisa and the Devil’daki Hülya Koçyiğit masumiyetli Elke Sommer ile House of Exorcism’deki içine şeytan kaçmış Hülya Koçyiğit formatlı Elke Sommer izlenmeye değer. Son olarak filmden çıkarılacak dersi en iyi bir Nick Cave and the Bad Seeds şarkısı özetler diyerek satırlarıma burda son veriyorum:
“So mothers keep your girls at home, Don't let them journey all alone, Tell them this world is full of danger, And to shun the company of strangers” *
Nick Cave and the Bad Seeds- Kindness of Strangers (Başka bir grup beklemiyordunuz herhalde!)
Son veremedim. Zira küçük de olsa bir kitaptan söz etmek istiyorum. Piyasadaki 101-1001 film başlıklı klişelere yeni bir soluk getiren "Korku/Karanlığın Ordusu: 201 film" adlı bu bol resimli, renkli kitap sinema tarihinin en "güzel" korku filmlerini derlemiş, bana da alıp, okuyamadığım için uzun uzun bakmak düşmüş.

7.1.09

HAVA DURUMU

Yılın ilk karı dün gece saat 1.00 itibarıyla yağmış bulunmaktadır. Cenova'da kar her kış rastlanılacak bir durum değilmiş bu arada! Aynı zamanda kasım ayı içerisinde hiç durmadan 3 gün boyunca deli gibi yağan yağmur da! Hiç üstüme alınmıyorum ve son zamanlarda takıldığım bir klibi sunuyorum; Jovanotti-Come Musica. Bu abi 96-97 yıllarında L'ombelico del mondo nam-ı diğer dünyanın göbek deliği adında bir şarkıyla türk gençliğini kasıp kavurmuştu diye hatırlıyorum. Hatta ispanyol olduğunu sanmıştık milletçe. Ama yanlış da hatırlıyor olabilirim. Uyduruyor muyum? Neyse ben o kadar sevmiyorum müziğini ama arada bana göre iyi birşeyler de çıkıyor, alttaki önce klip sonra şarkı gibi...


http://www.youtube.com/watch?v=b3lJJRrB74c

5.1.09

CENOVA'NIN ASANSÖRLERİ

Şehrimiz Can-ova'yı tanımaya devam ediyoruz. Bugünkü konumuz şehir asansörleri. Dünyanın bir başka şehrinde daha var mıdır bilmiyorum (kendimi cehaletin kollarına yatırarak gugıla bile sormuyorum) ama nedense bana garip gelmeyen bu dikine çalışan asansörler-bildiğimiz asansör yani- topografik açıdan oldukça eğimli olan şehrin önemli unsurlarından biri. Zira "Benim klostrofobim var, binemem asansöre masansöre!" derseniz o zaman burnunuzun ucunun ayağınızın ucuna değme olasılığını göze alacaksınız demektir. Kişisel olarak her türlü sosyal oluşuma karşı olsam da, tembellik daha ağır bastığından asansörü kullanmayı yeğliyorum. Hem öyle çok kalabalık da olmuyor. Kent merkezinde üç, dışında benim gördüğüm kadarıyla bir olmak üzere dört adet bulunmakta. Bu arada bunları yazarken hiçbir rehber kullanmadığımı, tamamen gözleme dayandığımı belirtirken, bana güven olmayacağını da eklemek isterim.

3.1.09

BALKONDAKİ BİR ÇAMAŞIR İNSANDA NİYE HÜZÜN YARATIR/CENOVA'NIN MÜZELERİ 3

Müzelerimizi tanımaya ara vermeden devam ediyoruz. Bugünkü ayağımın tozunu yutmaya nail olmuş iki mekanımızdan biri etnografya müzesine ev sahipliği yapan kale,Castello D'Albertis, diğeri ise Uzak doğu sanat eserlerini sergileyen müze,Museo di Arte Orientale Edoardo Chiossone.
Üste attığım başlığı düşünmek için tam 37 saniyeye ihtiyacım var.Bu arada siz de, kalenin kapısına deli rüzgarın yardımıyla uçarak geliniz! O duyduğunuz seslerin hepsi artan rüzgarın sesi. Aklıma öğrenciyken taşıdığımız dana gibi dosyalar geldi. Biraz daha gayretli bi insan olsaydım rüzgar sörfü olayını da çoktan çözmüş olurdum. Bir de yazmayı unutmuşum ama Deniz Müzesi'nden çıktıktan sonra rüzgar beni az daha denize fırlatıyordu. Beni bile yerden kaldırabiliyorsa ne kadar güçlü olduğunu siz düşünün!
Niye dalgalı çıktığını tam anlayamadığım-belli ki rüzgarın sesini duyup bir de deniz ekleyeyim demiş teknoloji-bu aptal ve gereksiz video'dan sonra kalemize hep beraber girebiliriz. (Uyarı!Uyarı!Sıkıcı bilgi zamanı! İsteyen uzaklaşsın! Uyarı!) 16.yy'dan kalma kalıntılar üzerine 19.yy'da, dönemin "trend"i Neo-Gotik üslupta, denizci ve kaşif kaptan Enrico Alberto D'Albertis tarafından inşa ettirilen bu kale şu an, kaptanın özellikle Güney Amerika başta olmak üzere Avusturalya,Yeni Zelanda ve Güneydoğu Asya ülkelerine yaptığı seyahatler sonrası topladığı eserlere etnografya kavramı altında ev sahipliği yapıyor. (Tamam ya kısa keseceğiz bu sefer söz)Meslek gereği bir iki kelam da mimarisi üzerine ahkam kesip bizi asıl ilgilendiren kısmına gelelim. Tavanları bol bol kalemişli olan bu güzide kale'ye çelik ve cam(bazen çam diyesim geliyor) bol aydınlıklı çatılar ilave edilmiş. Ben kendimi giriş kattaki çin mızraklarına kaptırdığım için çok algılayamadım aslında mekanı. İçeri girer girmez duvarlarda mızraklar,kılıçlar. Akıl mı kalır insanda? Çin,Tunus,Sudan gibi memleketlere has kılıç-kalkan ekipleri karşılama komitesindeler. Hep beraber,dibine girerek üzerinde acaba kan var mıdır taraması yaptığım mızrağa bakalım: Hayır efenim.Beklentilerimiz boşa çıktı. O halde ilgimizi çeken bir başka şeye geçelim. Sağda görülen kılıç, çin paralarının iki kat olacak şekilde biraraya getirilip iple bağlanmasıyla yapılmış. Durur muyum? Döner dönmez İstanbul'daki bijutericileri basıp aynısını yapmayan ne olsun! Ben böyle kılıç kalkan ekipleriyle biraz fazla vakit geçirince üst kattaki güvenlik görevlisi işgillendi tabii.Bir oraya bir buraya volta atmaya başladı. Seni mi kırayım be amca! Döndüm sola, çıktım yukarı; karşımda tüfekler ve bir türk odası. Kaleyle o kadar tezat ki! Çıfıt çarşısı gibi. Ne ararsan var. Böööle küçük bir kapıdan içeri bakabiliyorsunuz, ancak içeri giremiyorsunuz. Bir havayla, görevliye "ben Türk'üm girebilir miyim?" dedim ama oralı olmadı! Yanımdan, benim de biraz sonra geçeceğim salona adım attı. Aklınca volta atıyorum havasında ama peşimden gelmek yemediği için önümden gidiyor! Ne koleksiyoncu ne de entellektüel biri olmadığımdan kelli ilgimi çeken iki parçadan daha söz edip diğer müzemize geçelim.
İlki Piroga. Corto Maltese-Bir tuz denizi şarkısında karşımıza çıkan bu Batı Afrika'ya özgü oldukça küçük balıkçı "kano"ları,müzemizin içinde bir kaç örneğiyle yer etmekte.


Bir de Hopi Kızılderililerine ait Katsina ya da Kachina denilen, doğanın çeşitli elementlerinin ruhuna sahip olduğu inanılan ve çocuklara eğitimsel amaçlı verilen "bebekler" var. Aynı zamanda dini danslar açısından anlamları var. Mesela ortadaki pembe surat "Ayı Kachinası". Vallahi bilerek seçmedim. En güzel bunu çekmişim. Demek ki boşuna dememişler kan çeker diye!Özelliği ise liderlik.
İkinci müze sevinç çığlıkları atmama (içimden tabii) neden olmuş Uzakdoğu sanatı müzesi ki aslında şu anki düzenlemesiyle tamamen japon sanatı müzesi denebilir. Tam kapıdan girdim, bir fotoğraf çektim ki, belalım bekçiyle göz göze geldik. Daha doğrusu ben gözüne baktım da onun gözü nereye baktı o kadarını bilemem. İtalyanca aksanıyla "Yassah gardeşim yassah" dedi. Biraz kıl oldum ama bir yandan da seviniyorum. Fotoğraf çek çek nereye kadar? Allah sizi inandırsın vallahi kendim için çekiyorsam! Yapı tamamen dikdörtgen, merdivenlerle birbirine bağlanmış asma katlardan oluşuyor. Bu müze, eserlerin bir çoğunun sergilendiği camlı bölmelerin içerisine iki bardak ya da koca bir kap su koyarak ambiyans olarak tam anlamıyla yurdumun başka bir köhne müzesiyle kardeş olabilme şansını yakalamıştır. Çocuklar için de miniminnacık bir bölüm yapmışlar. Duvarda MOMOTARO'yu anlatan japonca italyanca resimler. Müzede geçirdiğim zamanın 1/3'ünü bu hikayenin başında harcamışımdır. Aylar sonra yaptığım bu japonca egzersiz, çok yakın bir tarihteki ezber sanatının vereceği acı günlerin habercisi olmuştur. Yine uyuz görevli tarafından psikolojik olarak rahatsız edilince biraz da müzedeki eserleri incelemeye başladım. Müzenin sergilediği eserler arasındaki çeşitli dönemlere ait Buda heykelleri, fenerler, japon usulü incik boncuklar, Gigaku, Bugaku, Gyoudou, Tsuina, Nou tiyatrolarına ait maskeler ve tabii ki sıkı durun samuray kıyafetleri (tam kıyafet ve sadece başlıklar olmak üzere) beni o filmden şu animeye savurdu gitti. Bu sefer kendime gelmemi sağlayan şey, önümde duran, siyah beyaz çizgiler içerisine saklanmış ejderhaların seyrü sefer ettiği resimle, öğleden önce kalede takılırken gördüğüm gong'un, uzun yıllar önce Susam Sokağı'nda seyrettiğim bir bölümü hatırlatması olmuştur. Gong'a vuran çinli kukla "tabloda kaç ejderha görüyorsun" sorusunu her sorduğunda,1-2-3 diye hep beraber saydığımız o günler ne kadar da uzakta kalmış değil mi?
Şu sıralar müzenin en üst katında japon sanatında hayvanlar başlıklı bir sergi de mevcut. Hokusai veyahut Utamaro gibi ustaların bir iki eseri şubata kadar görülebilir. Elini çabuk tut japon hayvanları dostu. (İç sesim çığlıklar atmaya devam etmektedir;Kappa gördüm kappa gördüm).
Bir yazımı daha "işte böyle" diyerek kısa yoldan bitirirken yine de her gezinin ben de bıraktığı hissin; evceğizimde oturup elceğizimle yaptığım kekleri yemek, ya da postumu(polar olarak da bilinir)giyip kış uykusuna yatmaktan başka birşey olmadığını eklemeden geçemeyeceğim.

CENOVA'NIN KİTAPÇILARI

Bir şarkı bir insanı bu kadar mı taciz eder ya? Durup durup "It was the dirty end of winter"* diyorum sanki kışın sonu gelsin istermiş gibi. Ama hiç alakası yok. Ben severim kışı bir kere. Hatta yaza 3 basar! Naber! Bir de neşeli anlarımda "dın dı dın dın dın dı dın dın" diyerek Lime Tree Arbour'ın* bas ritmini söylerken yakalıyorum kendimi. Bazen sabah uyanınca gayri ihtiyari söylediğim de oluyor. Burdan ne anlıyoruz çok neşeli bir insanım. Oh oh ne ala ne ala. Allah neşemizi bozmasın(Bu söylediğime inanan oldu mu acebe?) Gelelim bugünkü eğitici konumuza; Cenova'nın belli başlı kitapçılarını, istiyorum ki birlikte tanıyalım. Önce büyüklerden başlayalım, sonra küçüklere doğru yol alalım.
İlk kitabevimiz Feltrinelli (hem de yayınevidir kendisi). Edindiğim izlenime göre İtalya'nın en büyüklerinden biri. Nerede ? Kokoşların alışveriş caddesi Via XX Settembre'de(20 eylül caddesi ). Nasıl bir mekan? Valla iki k*çın arka arkaya dururken güçlük çektiği bir mekan diyebiliriz. Yüksek tavanlı ve üç katlı olmasına rağmen sürekli kalabalık olmasının da bunda payı var tabii. Gerçekten hiç mi boş olmaz yahu bir kitapçı? Sabah saati gidiyorum boş deyüdür deyü,kalabalık. Akşam kapanmaya yakın gidiyorum;aa disko mübarek. Kalabalık beni bunalttığı için gitmiyorum artık. Zaten bana da muhtaç değil koskoca Feltrinelli. Bir de İtalya'nın her şehrinde mevcut sanırsam. Nereye gitsem zırt diye karşıma çıkar.
İkinci kitabevimiz yine italyan yayıncılık devlerinden Mondadori. Nerede? Yine kokoşların mekanı Via XX Settembre'de. Mekan 2 katlı. Giriş katı yine k*ç engeline takılsa da alt katı ferah. Hem de Feltrinelli kadar dolu olmuyor, haftasonları hariç. Felt'le bu ikisi karşılıklı konuşlanmışlar yarış eder gibi.
Aynı cadde üzerinde De Ferrari meydanına çıkan köşe üzerinde adını Ferrari Editori olarak hatırladığım bir kitapçı daha var. Bunun asma katı ve "hiç" müşterisi mevcut. Zaten her ne kadar tonton gözüken bir sahibi varsa da suratsız olduğuna kanaat getirdiğimden girmemeyi tercih ediyorum.
Koskoca Porto Antico'da (Eski Liman)-Cenova'nın kalbi, eski limanı, yeni cazibe merkezi- adını hatırlamadığım,hatırlamak gibi bir niyetimin de olmadığı bir kitapçımız daha mevcut. Geniş sayılır ama içerdiği kitap türleri açısından vasat diyebiliriz.
Via Garibaldi'den (Unesco dünya mirası listesindedir) üniversite sokağı Via Balbi'ye giden istikamet üzerinde sayısız kitapçı bulunuyor. Ama bunlardan biri var ki şahane ötesi. Çünkü antika kitapları da var teknik"e" kitapları da. Ama yine sahibesinin biraz suratsız olduğunu söyleyebiliriz (Aslında suratsız olan benim sanırım.Bunu yıllar sonra farketmem biraz acı oldu ama...).
Asıl güzel kitapçılarımız, kokoşların mekanı Via XX.Settembre'den duruma göre şöyle bir sağ ya da sol yapıp kıvrıldığınızda karşınıza çıkan meydandadır. Pahlanmış bir meydanın, üç tarafında, kemerli revaklar altında bulunan bu seyyar kitapçılar öncelikle çizgiroman açısından bereketli, sonralıkla fiyat açısından son derece cömert olmaları dolayısıyla gönlümde taht kurmuşlardır. Fotoğrafta niye kitap göremiyoruz diye soracak olan olursa kellesini hazırlaya! Yok efenim bendenizin uyuz bi huyu var; Kimi zaman etrafımda insanlar varken böylesi konuya odaklanmış fotoğraflar çekemiyorum. Ayıp olur diye. Şimdi siz çalışırken biri gelse fotoğrafınızı çekse ne hissedersiniz? Neer biliyom sen poz verirsin hemen ama "normal" insanlar için kazın ayağı öyle değil işte! velhasılı kelam biraz hayalgücünüzü çalıştırın, standın içine koymak istediğiniz kitapları siz seçin. Ya da arayıp tarayıp bulamadığınız kitapları yerleştirin.
Cenova'nın beni şaşırtan bir durumu var. Tembel demeyelim de çalışmakta pek gönülleri olmayan bir millet olarak istedikleri zaman dükkanları açıp kapattıkları için hala yeni yeni kitapçı, çizgiroman dükkanı keşfedebiliyorum. Çizgiroman dükkanlarını yazmıştım zaten. Şimdi iki tane daha keşfettim mesela. Biri Cenova'nın meşhur klostrofobik sokaklarından birinde. Diğerinin yerini otobüsle geçerken bir kere görüp başka bir sefer daha göremediğim için hatırlamyorum. İşin kötü tarafı dükkanların kepenkleri indikten sonra ne dükkanı olduğunu anlamak zor. Dışarıda ne tabela var ne birşey.
Peki eserleri italyancaya çevrilmiş Türk yazarlardan kimler var? Bakalım;öncelikle Nazım Hikmet var. Sonra Orhan Pamuk var. Yanlış hatırlamıyorsam Elif şafak var bir de. Bildiğim kadarıyla Enis Batur'un kimi şiirleri çevrilmişti italyancaya ama bulamadım ben kitabı. Benim gördüğüm bu kadar.
Kitapçı mevzusunu da yarım yamalak böle tamamladıktan sonra bir sonraki güzide Can-ova'yı anlatan yazımızda buluşmak üzere diyelim. Dedik...itvazdidörtiendovvintır....tırırım...
*Nick Cave and the Bad Seeds

1.1.09

İTALYAN TV'SİNDE YILBAŞI

Dün akşam biraz İtalyan kanallarında ne var ne yok takip edeyim dedim ama çok uzun sürmedi. Biraz ordan biraz burdan derken canım sıkıldı film seyrettim. Ama saat tam 24.00 sonrası acayip birşeyle karşılaştım; Dansözle! Tabii italyan stili. Sonra sırasıyla kadın striptizci çıktı. Makinem burda sansür yapmış kendiliğinden. Ondan sonra hepberaber falcıyla İtalya'nın geleceğine bakıldı! Ondan sonra da erkek striptizciler çıktı. Duydunuz mu erkek:)) Bu arada hatırlatmakta yarar var; bu kanal İtalya'nın en kıro kanalı. Ne kadar," yok eşim beni aldattı,yok kocam eşcinsel" vari realiti şov varsa burada. Peki, madem bu kadar kıro, senin ne işin var bu kanalla diyenlere benim kıro olmadığım ne malum sorusuyla yanıt verir aranızdan çekilirim.



31.12.08

CENOVA'NIN METROSU

O zaman metrodan başlayayım.
Cenova metrosu 7 duraktan oluşan bir metrocuk.Şu an sadece tarihi kent içerisinde mevcut. Bu açıdan son derece gereksiz olduğunun düşünüyorum. Bir kere mesafeler çok kısa. Metro gidene kadar ben yürümüş olurum zaten gideceğim yere(Ee evet biraz abartmış olabilirim). Geyik bir tarafa tabii ki gereksiz değil ama acil olarak büyütülmesi gerekiyor. Zaten şu an inşaat çalışmaları devam ediyor ikinci tren istasyonu Brignole'nin yakınında. Şuraya geldim geleli bugünle beraber ikinci kullanışımdır metroyu. Kent merkezine kadar otobüsü, kent merkezinde ayağımı kullanmayı tercih ediyorum. Evden çıkıp Eminönü'ne(Evinönü de diyoruz) kadar yürümeye pek benzemiyor ama bunun da klostrofobik,adrenalinle karışık acayip bir havası var. Şu Winterbottom filmini seyretsem iyi olacak bir an önce...



30.12.08

ÖNCE KORSAN, SONRA AMERİKA'YA GÖÇMEN OLUŞUMUN HİKAYESİDİR/CENOVA'NIN MÜZELERİ 2

Müze gezilerimize devam ediyoruz.Bugünkü müzemiz Galata Deniz Müzesi/
Galata Museo del Mare. Darsena limanında,16.yy'dan kalma bir yapı, Renzo Piano tarafından müzeye dönüştürülmüş. Aslında Cenova'nın tüm kıyı şeridi Renzo Piano'nun elinden geçmiş diyebiliriz. Zaten Deniz Müzesi'nin giriş katının bir bölümü bu dönüşüm/yenileme projesine adanmış. Bu arada Piano'nun elinden çıkmış, dev gibi bir eskiz defteri de ziyaretçiyi bekliyor.



Müzenin giriş katı doğma büyüme Cenovalı olduğu iddia edilen Colombo'ya adanmış. İnanırım. Hele geçen film festivalinde seyrettiğim Kristof Kolomb'un Gizemi adlı belgeselden sonra daha da inanasım geldi diyebilirim. Zira belgeselde Kolomb'un Portekizli olduğunu iddia eden sevgili araştırmacı bana kalırsa hiçbir şeyi araştırmamış, tüm iddiasını Kolomb'un kırk yıl uğraşsam hatırlayamayacağım uzunluktaki soyadı üzerine kurmuştu. Hatta belgesel ben de öyle bir izlenim bırakmış ki her 5 dakika da bir adamın Kolomb'un soyadını söylediğini dahi iddia edecek kıvamdayım. Müzede bu konuya değinen küçük bir bilgilendirme panosu vardı ama ben ordan da bişey anlamadım. Kolomb'un ölmeden önce tüm mirasını oğluna bırakması ile milliyetinin ne bağlantısı var anlayamadım. Birşey kaçırmışımdır kesin. Herneyse...
Geldik Cenova'nın gemilerine;sırasıyla Pinta,Santa Maria ve Nina.Benim akıl gitti tabii anında. Bir ara kendime geldim o da ne? Karşımda bir Türk köle! 15.-16. yy'da en iyi köleler müslümanlardan tutuluyor. Özellikle Kuzey Afrika'dan. Türklerin cüsselerine rağmen güçsüz kürekçiler oldukları da not düşülmüş(Bence tembel rolü yapmışlardır). Bir de müslüman köleler, düşük ölüm oranına sahip oldukları için de gözdeler. Kimisinin 70 yıl yaşadığı söyleniyor. Efsane olmuş köleler var yani. Bu arada zırh,mırh,top bölümüne geldik. Çeşit çeşit boy boy.



Birinci kat haritacılara ayrılmış. 16.yy'dan 17.yy'ın sonuna, Abramo Ortelio'nun Theatrum Orbis Terrarum'undan Vincenzo Maria Coronelli'ye kadar önemli haritacılar ve eserleri yer alıyor. Müze Cenova'nın denizcilik tarihinde geçirdiği aşamaları gemi,harita,resim örnekleriyle çok güzel bir şekilde anlatmış. Haritacılar odasında ezan sesini de hint müziğine de duyabilirsiniz denizcilere saygı niteliğinde. Bu arada Cenova'ya özgü bir gemi çeşidi var, onu da es geçmeyelim: Galee (Tam türkçe karşılığı kadırga mıdır bilmem). Kelime kökü olarak yunanca kılıçbalığı anlamına gelen bu gemiler şeklen de kılıçbalığını andırıyor.



Müze içerisinde de iki adet yeniden inşa edilmiş gemi bulunmakta. Müzenin en ilgi çeken öğesi bu gemiler zaten. Çoluk çocukla gelmişseniz iyi etmişsiniz demektir. Yukarıdaki fotoğraflar sırasıyla; inşa edilmiş gemilerden biri; Eski yapının yenileme projesi neticesinde terasa çıkan cam-çelik konstrüksiyon rampa; Terastaki bilgilendirme "vizörü". Çerçeveden görülen panonun üzerinde de yazdığı gibi Palazzo Reale. Haritacılar bölümünden bir eser.

Müzeye girerken taktığım göz bandını,sakalımı, bandanamı, omzuma kondurduğum papağanı, elime geçirdiğim çengelimi, bacağıma sapladığım tahta sopayı, yani aklınıza gelebilecek her türlü korsan klişesini en üst kattaki La Merica sergisine girerken çıkarıyorum. Zira burada artık Amerika'ya göçün eşiğinde bir Cenova'lıyım. Elime alelacele pasaportum tutuşturuluyor ve gemiye bindiriliyorum. Gemideki yatakhanelerden, yemek salonundan,mektupların arasından geçip Amerika'ya varıyorum. Peşimde getirdiğim hastalık ordaki tek dostum. Eğer başarabilirsem hayatta kalmayı "Little Italy" beni bekliyor olacak. İşte 1900'lerin başında Cenova'dan Amerika'ya göçenlerin küçük bir panoraması. Kendime gelme vakti. Hava buz gibi,deli bir rüzgar var ama yine de güneşli. Ellerimi ceplerime yerleştiriyor, bir dahaki maceraya doğru yelken açıyorum...
Boş işler bunlar...