9.1.09

LIGURIA HORROR EXPRESS

Geçen hafta bir tesadüfler silsilesi içinde geçti. Herşey, benim meşhur pasajda, dvd standını karıştırırken, japon sokak serserisi formatında alt dudağımı hafifçe aşağı büküp “nanja korre” diye homurdanarak elime aldığım dvd ile başladı. “Kapağına vurulup alanlardanım” laneti bir kez daha iş başındaydı. Tabii bir de filmin içinde geçen “kan” sözcüğü ve Klaus Kinski adı. Dvd’leri çok karıştırmadan bir de “Destroy all monsters/Godzilla”’ı alıp olay mahallinden uzaklaştım. Eve gelip de adam gibi kapağa bakınca ne göreyim; yönetmen Fernando di Leo! Hayran mayran değilim ama saygımız var “A fistful of dollars (senarist), La mala ordina-Manhunt”dan. Filmin adı La Bestia Uccide a Sangue Freddo/ The Cold-Blooded Beast/The Slaughter Hotel(italyan filmlerinin ingilizcede o kadar çok adı var ki ispanyolların soyadları gibi). Filmin çok ayrıntılarına girmeyeceğim çünkü konumuzu pek ilgilendirmiyor ama kısaca değinelim.“Nörotika” tarzı filmlerin bir örneği olarak zenginlikten cinsel buhran geçiren kokoş kadınların yattıkları klinikte hunharca işlenen cinayetlere kurban gitmelerini anlatıyor. Daha ilk dakikalarda Klaus Kinski’yi doktor olarak görünce insanın bu klinikten hayır gelmez diyesi geliyor ama malum hiç kimse sağlıklı sayılmaz burada. Kinski’yi çok tanımıyorum açıkçası, Werner Herzog ‘la çalıştığı bir kaç film dışında. Tanımamaya da devam edeceğim sanırım. Ya da tanıdık tanıdığımız kadar daha ne olsun mu demeliyim... Hele bu filmde bir saçını eliyle atış sahnesi var görülmeye değer. Hani Türk filmlerinde kokteyl sahneleri olur ya figüranların ellerinde kadehler, aslında olmayan bir konudan konuşurmuş gibi yapıp “ah evet” “öyle mi?” gibi abuk sabuk kısa cümleler kurdukları. İşte Kinski de aynen o figüranlar gibi bu filmde. Ne mantık ne başka şey. Kinski’nin katil olduğuna yapılan dayatma ise katili ikinci görüşümde “Kinski’nin saçı azcucuh daha uzundu” şeklinde yaptığım yorumla gömülmüştü zaten. Ama yönetmeni bozmak istemedim çünkü bir de nörotika olayı var malum. Orda da kadınların malum yerlerine yaptığı zoomlar kendi açımdan keşifle karşılanmadığından “Saygılar Di Leo” demekle kaldı. Neyse... Sonuçta bu film Fernando Di Leo açısından nereye yerleştirilir bilemem ama ben filmi dvd rafında çocukların erişemeyecekleri bir yere yerleştireceğim o kesin.
Her zamanki gibi asıl amacımızdan saptık ama şaşırmadık değil mi? Geliyoruz asıl konumuza. Di Leo’nun filmi “Korkunun Ustaları” diye bir dvd serisinden çıkmış. Bir de üstünde Rarovideo diye bi amblem yok mu? Var. Durur muyum? Sanırım durmam. Attım kendimi gene pasaja. Hah işte Mario Bava! Tek bulabildiğim Dvd 2 filmlik “Lisa and the Devil” ve “House of Exorcism”. Aldım filmi çıktım. Burda ayıptır ama uzunca bir yuh çektim çünkü 10 adım attım ki karşımda düne tarihlenen bir ilan; “Liguria Horror Express-Mario Bava ve senarist Roberto Natale’ye göre sinema” adında bir konferans. Gene çok hayranmışım gibi bir izlenim yaratmış olabilirim ama şunu söylemek de yarar var. Nick Cave and the Bad Seeds hariç hiç kimse ve hiçbirşeye hayranlığım yoktur. Tüm ilişkilerim tamamen saygı çerçevesi içerisindedir :p Bava’nın da şimdiye kadar izlediğim film sayısı azdır ama özdür! Film filmi açar demişler. İyi demişler ama bunun için zaman ve para gerektiğini eklememişler ya da para yerine arkadaş:) Neyse sapmayalım konudan gene. İşte bu vesileyle dün bu küçük konferansa dahil olduk. Dil engeline salonun buz gibi soğukluğu ve uykusuzluk vesilesi ile biraz fazla takıldık ama yılmadık. Ligurya Sinema eleştirmenleri Grubu işbirliği ile düzenlenen, Ligurya’nın SanRemo kentinde doğmuş Mario Bava ve diğer uçtaki kentte La Spezia’da doğmuş Roberto Natale’nin sinemaya bakış açılarını değerlendirmek amacıyla Ligurya’nın tam orta kenti Cenova’da gerçekleştirilen konferansta konuşmacılar arasında Marco Ferrari-Aldo Vigono (sunucular), Franco Ferrini ve sinema eleştirmeni (Bava ve daha bir çok isim ve film üzerine kitabı bulunan) Alberto Pezzotta, Bava’nın Kill,baby,kill/Lisa and the Devil/House of Exorcism filmlerinde beraber çalıştığı senarist Roberto Natale ve onunla söyleşiyi gerçekleştiren Massimo Marchelli ve Renato Venturelli vardı. Pezzotta ilginç şeyler söyledi ama arkasından atlı koşturuyormuş gibi önündeki kağıtlardan yaptığı okuma neticesinde boş boş bakmaktan başka birşey yapamadım. Bir de titriyorum bu arada tabii. Roberto Natale de önce sinemaya nasıl girdiğinden bahsetti biraz. Sonra filmlere dair anektodlar aktardı. Bunlardan biri House of Exorcism ile ilgili “Ben bu filmi hiç seyretmedim ki” diyerek salonu kahkalara boğdu. Film biter bitmez yurtdışına çıkması gerektiği için filmi seyredememiş. Bir de “Kill, baby, kill” deki çocuk karakterin nerden çıktığı ile ilgili bir soru soruldu. Bava, bir çalışma sırasında çevredeki erkek çocuklardan birini yanına çağırmış. Çocuğa şöyle bir baktıktan sonra “Bana bir peruk getirin” demiş. Erkeksi havası olan garip bir kız çocuğu fikri işte böyle ortaya çıkmış. Akşam sinemada eski kopyalarından üst üste Kill,baby,kill ve birkaç gün önce ilk defa seyrettiğim House of Exorcism’i seyrettik. Anladığım kadarıyla eleştirmen Pezzotta “kız çocuğu ve topu” olayına biraz fazla takılmış. Şöyle ki; Filmlerden önce sahneye çıkan Pezzotta yine gündeme bu konuyu getirdi ve bunun Fellini’nin-ola ki “Spirits of the dead” -filminde de kullanıldığına dair birşeylerden bahsetti. Daha birçok şey söyledi ama gördük ki okurken peşinden koşan atlı konuşurken de aynı şeyi yaptığı için beni yine boş boş bakma formatına getirip ortalarda bıraktı. Bu da bana kitabı alıp okumaya çalışmam için güzel bir fırsat yarattı. Yalnız kitabı bulamıyorum o da ayrı mesele:) Bu arada Kill,baby,kill’i sinemada seyretmek bambaşka bir keyifti. Hele ki filmi tamamen kırmızı bir kopyadan seyretmek.
Biraz Lisa and the Devil ve House of Exorcism’den söz etmek istiyorum.
Lisa and the Devil 1972 yılında Toledo,İspanya’da çekilmiş. Film İtalya'da hiç gösterime girmemiş, Avrupa’da bazı yerlerde kötü kopyaları gösterilmiş, 1973’te Cannes’da pazara sunulmuş ve Amerika’da yalnızca televizyonlarda seyredilebilme fırsatını yakalayabilmiş. Filmin konusu ise şöyle; Lisa Toledo’ya tek başına turistik bir gezi düzenler. Turist rehberi kilisenin duvarındaki “ölüleri taşıyan şeytan” freskosundan bahsederken Lisa kulağına gelen büyüleyici müziğin peşine düşerek gruptan ayrılır. Bu duruma aşağıda daha güzel bir kılıf uydurduğum için hiç sürü-kurt meselesine girmiyorum. Müziğin geldiği yer antika dükkanıdır. Lisa burada kimle karşılaşır dersiniz? Freskodaki şeytana tıpatıp benzeyen bir adam ve elinde tuttuğu insan boyutlarındaki kuklasıyla. Lisa afallar (harbiden), kaçar gibi kendini sokağa atar ama yolunu bulamaz. Kaybolmuştur. Nereye gideceğini kestiremez haldeyken şeytanımız karşısına çıkar ve sihirli sözcüğü fısıldar “Şurdan git!” ve uzaklaşır. Ah Lisa ne diyeyim ben sana! Biraz sonra Lisa’nın çıktığı düzlükte az önce şeytanın elindeki kuklanın vücuda gelmiş hali Lisa’ya “Elena” diyerek yaklaşıp, sen de kimsin be adam diyerek panikleyen Lisa’nın adamı merdivenlerden itip ölümüne sebebiyet vermesi dolayısı ile kaçarken akşam olması ve yoldan geçen ilk arabayı durdurup “yardım edin kayboldum” diyerek’ten sanki “tüm lanet na işte bu Lisa’da” diyen senaryonun arabayı da bozup tüm bu insancıkları bir malikaneye sığınma zorunluluğunda bırakması bir olur. Malikane’nin uşağı kimdir? Evet bizim şeytan! Gerisini anlatamayacağım çünkü seyretmekle aynı etkiyi yapamayacak. Her ne kadar beni diğer filmler kadar etkilememiş olsa da demem o ki daha ilk sahnede itibaren karşılaştığım fresko, Lisa’nın kaybolduğu tek bir insan evladının olmadığı kargacık burgacık sokaklar (bu durumu çok yaşıyorum öğleden sonra burda ve gittiğim diğer yerlerde), canlıymış izlenimi veren kukla ve tabii karizmatik şeytanımız (Telly Savalas) devam etmek için müthiş sebepler.
Gene çok uzattım biliyorum ama House of Exorcism’ de işte bu “Lisa and the devil”ı alıp sahneleri olay örgüsünü çok bozmadan, Lisa’nın içerisine de şeytanımızı yerleştirip olayı ona anlattırmaktan ibarettir. Edebiyat ve gotik sinemanın öncülerine (Bava’nın kendisine de) gönderme bombardımanı yapan bu film benim kıt bilgimle bile ilginçtir. Aynı zamanda Lisa and the Devil’daki Hülya Koçyiğit masumiyetli Elke Sommer ile House of Exorcism’deki içine şeytan kaçmış Hülya Koçyiğit formatlı Elke Sommer izlenmeye değer. Son olarak filmden çıkarılacak dersi en iyi bir Nick Cave and the Bad Seeds şarkısı özetler diyerek satırlarıma burda son veriyorum:
“So mothers keep your girls at home, Don't let them journey all alone, Tell them this world is full of danger, And to shun the company of strangers” *
Nick Cave and the Bad Seeds- Kindness of Strangers (Başka bir grup beklemiyordunuz herhalde!)
Son veremedim. Zira küçük de olsa bir kitaptan söz etmek istiyorum. Piyasadaki 101-1001 film başlıklı klişelere yeni bir soluk getiren "Korku/Karanlığın Ordusu: 201 film" adlı bu bol resimli, renkli kitap sinema tarihinin en "güzel" korku filmlerini derlemiş, bana da alıp, okuyamadığım için uzun uzun bakmak düşmüş.

Hiç yorum yok:

Boş işler bunlar...