Sonunda turistik atraksiyonlu limandaki, Fitaş kırması Cineplex sinemasını deneme fırsatını yakaladım. Arada bir ben de vizyon filmi seyrediyorum herhalde. Demiştim ya italyan olduğu müddetçe sinemaya gitmekte sorun yok diye. Ama gel gör ki-yalvarıyorum bak-gittiğim film italyan olmasına rağmen ingilizce çekilip, italyanca dublajlanmış çıktı (İtalyan korku filmleri böyle çekiliyor). Biraz ağızlara takıldım tabi ama e artık artizlik yapmanın da alemi yok. Neyse...
Gençten bir yönetmenin (yönetmenlik açısından genç) , Stefano Bessoni’nin yönettiği, Imago Mortis adlı bu film iyi başlamasına rağmen son dönem korku, gerilim, gizem filmleri gibi iyi bitmedi. O halde iyi olan noktasından başlayıp biraz konudan bahsedelim. 400 yıl önce (yılı, filmin sonlarına doğru öğreniyoruz)kaçık bir simyacı (Giramolo Fumagalli), kafayı fotoğraf üretmekle bozmuştur. Önce kendine bir kurban seçip, kurbanın kafasına kendi üretimi metal bir aksam takar. Bu aksam kurbanın gözlerinin yuvalarından fırlatılmasına yarar. İşte, kurbanın gördüğü son görüntü, çıkarılan gözün “Thanatografia” denilen aletin içerisine konularak cama alınan baskısı ile ilk fotoğraf elde edilmiş olur. Hemen aklınıza “ya kurban gözlerini kaparsa” diye bir soru gelebilir. Kapatamaz efendim! Bu metal aksam öyle bir düzenek ki kapatmaya izin vermez. Arkadan anahtarını çevirdiğiniz an sistem işlemeye başlar ve “fulok”, sizin gözler dışarda. İşte 400 yıl önce işler böyle yürüyordu sevgili seyirci. Fotoğraf sanatının ne meşakkatlı olduğunu gör. Öyle bir düğmeye basmakla olmuyor. Günümüze gelirsek; genç sinema öğrencisi Bruno tüm aile fertlerini yeni kaybetmiş, sinema okulunda yatıp kalkan bir tiptir. Aslında diğer tüm öğrenciler okulda yatıp kalkmaktadırlar. Ama bunda garipsenecek birşey yok tabi. F.W.Murnau Enstitüsü adlı okulumuz- film Torino’da çekilmiş- tuğla bir yapıdır. Film boyunca bol bol arşiv yakınında gezdiğimizden, arşiv de bodrumda bulunduğundan kelli hafif bir atmosfer yaratma çabaları olmuş ama pek etkileyici olduğunu söyleyemem. Oysa ki tuğla yapıyı tamamlayan sürekli gri gökyüzüne aferinden başka şey diyemem . İşte bu Bruno efendi, hocanın “zaman” temalı ödevini okul bahçesinde çektiği kuş ölüsü fotoğrafı ile gerçekleştirir. Fotoğrafı çektikten hemen sonra “taaak” diye bir ses gelir. Ben hemen dönüp bakarım da bu Bruno nedense çok korktu, insanı sinir edecek kadar bir müddet dönüp bakamadı. Oyuncuya ilk sinir olma durumu da beni burda yakaladı. Durun, bakıyor galiba!.. Gökten bir genç düşmüş, sağ tarafı kanlar içinde yerde yatıyordur. Bruno deli gibi solurken, ceset, gözlerini Bruno’ya çevirip kalkmaya yeltenir. Şöyle bir silkenen Bruno ortada ceset meset olmadığını görür, rahat bir nefes alır. Filmin ikinci atraksiyonu da budur efendim. Çok sevgili Bruno okul masraflarını çıkarmak için bu esnada arşivde çalışmaya başlamıştır. Günlerden bir gün, raflardan birindeki bir filmi alır ve seyretmeye başlar (Bak sen hele!). Aman yarabbi! Film okulun kapısından başlayarak piknik alanı gibi bir yerden geçip, bir mağarada sonlanır. Kamera mağaraya girince ekranda az önceki cesedin vücut bulmuş halini görmez miyiz? Bruno gene histerik! Bu arada bizim de gerim gerim gerilmemiz lazım amma... Bruno artık yerinde duramaz. Bu gizemi çözmek zorunda hisseder. Cilveleştiği, henüz kızarkadaşı olmamış sınıf arkadaşını da yanına alıp bu piknik alanını geçip mağaraya varır. Bir korsan sandığı kendisini beklemektedir. Sandığın içinden Thanatografia ve metal kafalık çıkmasın mı! Yaptığı keşfin gururuyla sandığı odasına götürüp yatağının altına yerleştirir. Sabah okul müdürüne aletten bahsettiği zaman adam hafif heyheylenip “göster bakim” dediğinde, yatağın altında çoktan saman toplarının estiğine gözümüzle şahit oluruz. Hoca demişken, bu hocalar da bir tuhaf. Okul müdiresi Geraldine Chaplin. Süper güzel gözlüklü, Bruno'nun ödevlerini kayıran bir müdür. Kafasını eski fotoğraf makineleri ve kameraların mekaniği ile bozmuş bir hoca. Kafayı Thanatografya ile bozmuş, onu yeniden canlandırabilmek için çizimler yapan başka bir hoca var. Film, seyirciye, bu insanlar arasında klasik yoldan şüpheli beğendirme yarışı içerisinde bir onu bir bunu gösterirken ben başka bir şeye takılmıştım. Bruno’nun haddinden fazla yerinden çıkmaya müsait gözlerine! Biraz sonra başka iki çift göze takılacaktım ama; Japon oyuncu Jun Ichikawa’nın gözlerine (Dario Argento’nun Üçüncü Annesi’nde trende kafası Asia tarafından kapıya sıkıştırılan oyuncu). Thanatografya yeniden ortaya çıkınca hocaları bir telaş alır. Hemen ardından aletin okulla ilişkisini öğreniriz. Filmin başında seyrettiğimiz mini film aslında okulun hocaları (müdür dahil) tarafından çekilmiştir. Film sırasında birşey ters gitmiş, aslında kilitli olması gereken metal kafalık kazara oyuncunun gözlerinin çıkmasına neden olmuştur. O günden sonra da alet lanetlenerek ortadan kaldırılmıştır. İşte alet yeniden hem ortada, hem kayıp. Yani cinayet saati yakın demektir. Keşke öyle olsa! 70. dakikaya kadar ne aksiyon var ne birşey. İki kan görelim bari deseniz o da tatmin edici boyutlarda değil. Gerilim deseniz, Bruno haddinden fazla gerilmiş. Karşımda gerilmiş biri varken ben niye gerileyim ayol. Onu sakinleştirmeye çalışırım herhalde. Cinayet dedik ama buraya kadar ortada suç falan da yok, yanlış anlaşılmasın. Hayalgücünün biraz fazla çalıştığına tanık olduğumuz Bruno’nun başının altından çıkıyor tüm bunlar. Bizi de peşinde sürüklüyor. Kafayı makinelerle bozmuş hocanın ortadan kaybolması da herşeyin üzerine tuz biber ekiyor. Bruno’nun hayallerini hocanın küresiz göz boşlukları doldurmaya başlıyor. Bununla birlikte filmin başından beri ara ara önümüze atılan yemleri yutarak hep beraber şüpheli listemizde bir kesinlik oluşturuyoruz. Sona doğru yaklaşırken saçmalıklar da beraberinde geliyor. “Katil uşak” deyip bitirmeyi çok isterdim doğrusu. Nerde o eski filmler... Böylesi filmlerde, yan oyuncular, asıl karakterin durumuna anlam veremeyip, ona hafiften deli muamelesi yapar (hatta sakinleştirici vs verirler), yalnızca seyirci ana karakterin yanında olur ya, izninizle ben bu filmde yan karakterlerin yanında olmak istiyorum. Bu herif deli yahu, alın şunu filmden diye bağırmak istiyorum. Uzun lafın kısası, finalde ortaya bir katil çıktı evet. Önce japonları öldürdü (kınıyorum), sonra Bruno ile yavuklusunu öldürmeye çalıştı ama bu noktada olaya başka biri dahil oldu. Çok fazla açık vermek istemiyorum, niyeyse...
Gelelim filmin genel karakterine. İyi başladığını söylemiştik zaten. Film içerisinde hocanın “zaman, ölüm, korku, kader ve gerçeklik” temalarıyla verdiği ödevlerle, Bruno’nun, dolayısıyla filmin, bu kavramlarla birlikte ilerlemesi de güzel. Depresif, içe dönük Bruno’nun sürekli gülümseyen, her yanından pozitiflik akan yavuklusu ile nötrlenmesi de iyi. Öte yandan ilk dakikada uyuz olduğum Bruno’nun oyunculuğu, baştaki mini filmin, asıl filmin ilerleyen dakikalarında birkaç kere daha karşımıza gelmesi-en azından değişik bir açıdan göster bari değil mi? Ne bileyim gözler tam çıkarken mesela-gereksiz kişilere şüphe çekme yarışı, ortadan kaybolan ya da finalde birileri öldürüldükten sonra hiçbirşey olmamış gibi insanların hayatlarına devam etmesi, bir yerden sonra insanın “Yuh, artık! Daha neler!” demesine sebebiyet veriyor. Kısaca korkudan ve kan iğrençliğinden daha ziyade gerilime odaklanmış bir film diyebiliriz. Biraz fazla yermiş olabilirim ama çok kötü bir film değil. Ben çok eğlendim bir kere. Mesela ilk sahneden sonra acaba ilk kimin gözü çıkacak ya da kimin gözü çıkmaya daha uygun gibi şeylerle kendimi bir müddet oyaladım. Film yaklaşık 5 üstünden 3,5 yıldızla ortalıkta dolaşmakta. Film içinde film türlerimize yeni bir film daha eklerken, şu thanatografya ne menem bir teknikmiş araştırmaya gidiyorum efenim.
Not: Bu notlar da klasik olma yolunda ilerliyor. Yazıya sıkıştıramadığım herşeyi "not" adı altında alta ekliyorum. Gözden kaçmamış eferim. Film, "italyan korku sinemasının yeniden yükselişi mi?"sorusuyla vizyona girdi. Yönetmen Bessoni "Şu an İspanya'da olduğu gibi, İtalyan fantazi sinemasını yeniden canlandırmak hedefim" demiş.
http://it.youtube.com/watch?v=WH6o4Mqptp4 (On saattir eklemedi videoyu.İsteyen burdan seyrediveğsin.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder