yakuza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yakuza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5.11.09

WHEN A BLIND MAN CRIES, PARDON BLIND WOMAN'S CURSE


“Beni bir kedi lanetledi.” Tachibana yakuza çetesinin başı Akemi Tachibana tarafından, atıldığı kadınlar hapishanesinde sarfettiği bu cümleyle açılan filmi seçmem tesadüf değil elbette. Çünkü beni de bir kedi lanetledi. Hatta sadece beni değil maalesef yakın çevremi ve facebook üzerinden olmak üzere birçok tanıdığımı da lanetledi. Şantiyede acayip isimli bir kedinin peşine düşüp, yemeden içmeden kesilip, nerdeyse saatbaşı olmak üzere, gereksiz foto ve videolarla taciz ettiğim arkadaşlarımdan bu vesileyle özür diledikten hemen sonra filme devam edeyim diyorum.



Turist Ömer derler benim adıma, adıma...

1970 tarihli ve kalbimde, bir Godfrey Ho kadar olmasa da, en az onun kadar acayip bir yeri olan Teruo Ishii tarafından yönetilmiş Kaidan Nobori Ryu (Blind Woman’s Curse), yönetmenin filmografisinde önemli bir yer tutan yakuza filmlerinden birisi. Her ne kadar klasik bir yakuza filmi diyemesek de klasik bir Ishii filmi diyebiliriz gönül rahatlığıyla. Zira işin içine bir kedinin lanetini ve kendine has acayip öğelerini karıştırmayı her nasılsa başarmış yönetmen.



Japon sinemasının yıldızlarından Meiko Kaji ablayı, Tachibana çetesinin başı Akemi olarak karşımıza çıkaran filmin açılış sahnesi oldukça etkileyici. Akemi’nin 5 kişiden oluşan ekibinin herbirinin sırtında, birleştikleri zaman tek parça haline gelen ejderha dövmesinin bir parçası mevcut. Elbette ejderhanın kafası, Akemi’nin sırtında. Dövüşürken, biliyorum çok bayat olacak ama Voltron gibi birleşmek suretiyle kendilerine has bir stil oluşturan ekip, dalgalanmak suretiyle müthiş bir görüntü meydana getirmişler. Böyle ahenkle ve doygun renklerle, seyircisini büyüleyen film, bekletmeden bombasını patlatıyor. Karşı çetenin liderini öldürmek için hamle yapan Akemi, “Lütfen abimi öldürme” diyerek abisinin önüne atılan genç kadının gözlerini kılıcıyla kör ediyor. Yere düşen kadının başucunda peyda olan kara kedi (jaguar desek yeridir), kadının gözlerini yalamak suretiyle lanet olayını başlatıyor.

Bu olayın ardından hapishaneye düştüğünü gördüğümüz Akemi, içerde iyi dostlar ediniyor ve yıllar sonra dışarı çıkıp evine döndüğünde, sırtlarına malum yap-boz dövmesini yaptırmış dostlarını da yanında buluyor.



Düşman çeteler arasındaki savaş devam ederken (bizi ilgilendiren yan bu değil zaten), Akemi’nin evinde cinayetler başgöstermiş, hapishanede edindiği o iyi dostları (bilmiyorum belirtmeye gerek var mı ama hepsi kadındır bu dostların), asılmak, cama yapıştırılmak (!) gibi çeşitli şekillerde öldürülmeye başlanmıştır. Akemi cinayetleri kimin işlediği mevzusunu çözmeye çalışa dursun, filmin ikinci bombası, rakip çetenin liderine yaklaşan kör bir kadın ortaya çıkmıştır.
Yanında ucubesi ile, sirklerde hedefe bıçak fırlatma gibi numaralar gösteren kadının eteklerinin dibinden ayrılmayan bir de kara kedisi vardır. Arada bir pençe atmak suretiyle önüne gelene Şerafettin rolü kesen kedinin eğitmenini tebrik etmek istiyorum. Anlaşıldığı üzere yıllar evvel, abisini öldüren Akemi’den intikam almak için ortaya çıkan kör kadın, isteğine kavuşabilecek midir, izlemeden bilinmez ama müthiş ötesi bir final sahnesi tüm bu abukluklara dayanmakta zorluk çeken izleyiciyi ziyadesiyle tatmin eder diye düşünüyorum (Hoş, ben artık düşünmesem daha iyi olur ama...).


Le Kambur Japonais

Malum kısa kesmek yiğitliğin şanındandır, biraz da Teruo Ishii abim hakkında yazıp, filmden karelerle ayrılayım.


2005 yılında hayata veda eden Teruo Ishii, sinemaya ilk olarak 1957 yılında televizyon için çektiği Sûpâ jaiantsu (nam-ı diğer Starman) dizisiyle başlamış. Daha sonra bu dizilerden 3-4 bölüm birleştirilerek 4 filmlik aynı adlı seri piyasaya çıkmış. Aslında, kısa yoldan japon süpermen’i diyebileceğimiz Starman’i, uzun süredir yazmak istiyordum ama kısmet bu filmeymiş. Acayip isimli kedimden ve de kış uykusuna yatma durumumdan fırsat bulabilirsem yazacağım, söz. Bu serinin ardından asıl macera, yakuza filmleri dönemi başlamış. Black Line ve Queen Bee And The School for Dragons, ilk dönem en önemli filmlerinden yalnızca ikisi. Sinema kariyerine Shintoho şirketinde başlayan Ishii, 1968’de Toho için bir dizi düşük bütçeli Grand Guignol filmleri (Shogun and the Three Thousand Woman, Joys of Torture, Hell’s Tattooers gibi) çekme fırsatını yakalıyor, ama ne filmler! (Valla seyrettiğimden değil!) 70’lerde yeniden yakuza filmlerine dönüyor yönetmen, ama bu defa kadın yakuzaların başı çektiği filmlere. Tüm bu filmografinin içinde japon korku sinemasının kendine has filmlerinden biri olan, Edogawa Rampo’nun hikayesinden uyarlanan The Horror of Malformed Man de kayda değer filmlerden bir diğeri. Edogawa Rampo demişken, kendisi Japonya’nın Edgar Alan Poe’su gibi bir yazarıdır. Hatta adı bile Poe’ya göndermedir. 'Gönderme' deyip artizlik yapmak istedim evet, aslında Edgar Alan Poe’nun, japonca okunuşudur. Böyle de güzel bir dildir japonca yaaa!Kaidan Nobori Ryu’ya (Blind Woman’s Curse), son kez gelecek olursak, aksiyonsa aksiyon, ucubelikse ucubelik, espriyse espri, işkenceyse işkence, kansa kan, kısaca ne ararsan var vatandaş! Üstelik Meiko Kaji’nin son albümünden şarkılar ve radikal bir finalle. Bakmadan geçme hanım abla! Çoluğa çocuğa olmaz tabii ama eşe dosta neden olmasın?



Yerinde olsam fazla dikkatli bakmazdım.

Yorum yapmaya bile gerek görmüyorum



Olur da bloğa yanlışlıkla iktidara yakın hanım ablalardan biri girer diyerekten Japonya taraflarından farklı bir türban modeli göstermek istedim.


Halay başı Meiko Kaji (Sol başta)

Du bi dakka! Gözüme kum kaçtı...


Kadının intikamı bile asil oluyor ne yalan söyleyeyim. (Açık vermemek adına manasız gelse de bu cümle, filmi seyretmiş olanlar ne demek istediğimi anlar diye umut etsem de her zamanki gibi emin olamıyorum)


(Kelime, imla bilumum anlam hatası varsa affola. Maalesef düzeltemeyecğim. Yorgunum el insaf...)

24.8.09

SİZE ANNE DİYEBİLİR MİYİM?/KURO NO TENSHİ-BİR ZAMANLAR 5 KİŞİYDİK/GONIN

Dikkat Dikkat! Sayın yolcular, ninja’ya kısa bir süreliğine ara vermek zorundayız. Siz yine de her ihtimale karşı kemerlerinizi bağlı tutun.

Daha önce hiçbir filmini izlemenin nasip olmadığı bir yönetmenin iki filmine el atıyoruz. Gaddesu-Sama’nın tiksintiyle bana uzattığı 1997 yapımı Kuro No Tenshi (Black Angel Vol. 1/黒の天使) ve tiksintiyle uzatmadığı 1995 yapımı Gonin (The Five). Üşenmediğim kadarıyla-ki hayatta en iyi yaptığım şey üşenmektir- yönetmen Takashi Ishii ile ilgili internette yaptığım kısa bir araştırma sonucu kendisinin olaya aslında manga çizeri olarak başladığı bilgisini edindim. Lakin 3-4 gün evvel edindiğim bu bilgiyi nerden edindiğimi yeniden bulamadığımdan, rüyamda da görmüş olabilirim, siz yine de inanmayın. Sinema hayatının bir bölümünde “pinku”ya el atan Ishii’nin asıl uzmanlık alanı yakuza-suç filmleri gibi gözüküyor. Gonin, bunun en büyük ispatı. “Pinku ne ola ki?” diye sorana “Ben bilmem, beyim bilir” diyor ve daha konuyu bile açmadan kapatarak asıl konumuza dönüyorum.

İçerisinde bir adet Takeshi Kitano barındıran Gonin, farklı karakterde beş adamın, biraraya gelerek bir yakuza patronunu soymasını ve soygunun kaçınılmaz sonucu olarak avlanmalarını konu edinmiş sürükleyici bir film. Tipik bir yakuza filminden beklenilecek şiddet, filmde yeteri kadar mevcut elbette ama onu diğerlerinden ayıran en önemli şey, bu beş adamın derinlikli karakterleri. Üstelik Kitano’yu da filmin ikinci yarısında günışığına çıkararak, +1 bonus eklemeyi ihmal etmemiş yönetmen. Sahnelerin hemen hemen hepsinin kapalı ve loş mekanlarda ve yahut şiddetli yağmur altında geçmesi benim gibi karamsar ruhları çoşturacaktır diye düşünüyorum. Oyuncu kadrosuna bakarsak, filmin yalnızca ikinci yarısında ortaya çıkan Kitano, afişlerde falan direk gözümüze gözümüze sokulmuşsa da-ki oyunculuğunu yadsıyor değilim-Kitano’dan başka üzerinde durulması gereken çok oyuncu var bu filmde. Aslında boş oyuncu yok desek yeridir. Misal, Naoto Takenaka ’nın canlandırdığı oldukça sıradan, işsiz adamın, gerçek yüzü hayranlık(!) uyandırmayı başarıyor. Takenaka, son dönemdeki Shinjuku Incident nam-ı diğer vizyona girdiği adıyla Kanlı Hesaplaşma ve yahut göynümden geçen adıyla Shinjuku ’Faciası’ndaki polis müfettişi olarak hatırlanacaktır. Lakin ilk defa, Nodame Cantabile adlı bir dizide seyrettiğimden kelli, Gonin’deki performansıyla beni oldukça şaşırttığını söylemeliyim. Japon dizilerindeki abartılı oyunculuklara aşina olanlar, bu dediğimi daha iyi anlayabilirler sanırım. Aralarında tuhaf bir ilişki olduğu görülen, soygunu planlayan baş karakter, bar sahibini canlandıran Koichi Sato ile yarı travestiyi (o ne demekse artık...)canlandıran Masahiro Motoki de, eski bir polis memurunu canlandıran, Ishii’nin favori oyuncularından biri gibi gözüken Jinpachi Nezu da karakterlerinin haklarını veriyorlar. Sözün özü, belki mükemmel bir film değil ama yalnızca silahların patlamasından ibaret ‘boş’ bir yakuza filmi de değil Gonin. Az sonra anlatacağım filmden önce seyredilmesi seyircinin hayrına olur diyerek geçiyorum The Black Angel’a.

Film seyretmek, kendi açımdan, tek başıma yapmayı sevdiğim birşeydir. Festival zamanları veya arasıra özel arkadaşlarımla da sinemaya giderim ama, nedenini tam olarak çözemesem de, yalnız film seyretmekten ayrı bir zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Yine de arasıra öyle filmlere denk geliyorum ki, filmin tadı ancak bir arkadaşla seyredildiği zaman çıkacak türden oluyor. Kara Melek de tam bu türden bir film. “Yok efenim, ben yine de seyredemem böyle film” diyorsanız size ahlaksız bir teklifim var. Hemencacık, kumandanızı elinize alıyorsunuz ve ileriye sarma tuşunu x2’ye getiriyorsunuz. Altyazılı da olsa, x2 hızda gayet güzel bir şekilde filmi sular seller gibi ezberliyorsunuz. Benim vardır zaman zaman böyle seyrettiğim filmler, yalan değil. Lakin bu filmde, bu yöntemi kullanmadım yanlış anlaşılmasın. Zira tam ağzıma layık bir film çıktı, Gaddesu-sama yanılmamış. Konuyu da çıtlatayım, olsun bitsin.

Ikko, henüz 6 yaşındayken, yakuza patronu babası ve tüm ailesi birileri tarafından katledilir. İzbandut bakıcısı tarafından katliam ortamından kaçırılıp ‘Kara Melek’ namlı kadın bir kiralık katilin ellerine teslim edilerek, Amerika’ya firar etmesi sağlanır. Kara Melek’in havaalanında küçücük çocuğu uğurlaması, hafiften gözleri yaşartmışsa da asıl göz yaşartan nokta, 6 yaşındaki bir çocuğun, nasıl olur da uçağa tek başına alındığıdır. Ama kasmayalım, geçelim. Zira 1 değil 2 değil... 14 yıl sonra Ikko, serpilmiş ve sarı kafalı dejenere olmuş japon arkadaşıyla birlikte, hem kendini kurtaran Kara Melek’i hem de ailesinin katillerini bulmak üzere,” intikam intikam” diye diye Japonya’ya geri döner. Katillerin izini, yavaş yavaş sürerken, esinlenerek ismini aldığı Kara Melek’in, uyuşturucu batağına saplandığını ve dahası, babasının düşmanı yakuzanın da metresi olduğunu öğrenerek kaderine lanetler yağdırarak, acıların çocuğu formatında, intikamına daha da bir asılacaktır.

Karanlık atmosferiyle , “Ben bir Takashi Ishii filmiyim” diye bas bas bağıran filmin en dandik tarafı “Ben senin annenim yavrum” temalı senaryosu herhalde. Yoksa bilmem kaç dakika süren, kesintisiz çekilen Ikko’nun yakuza patronundan kaçmaya çalışma sahnesi takdire şayan. Ama onun dışında, nanay oyunculuklar ve benceğize oldukça anlamsız gelen sahnelerle(Bkz. Dans sahnesi), beni bir hayli eğlendiren, ki bu sebepledir ki kaliteli film seven izleyiciye illallah getirtebilecek bir film Kara Melek.
Son olarak eli maşalı Seda Sayan’ın, eli silahlı versiyonu, arıza kadın Riona Hazuki ile ilgili daha dün öğrendiğim bir dedikoduyu da paylaşmak istiyorum dostlar. Japonca öğretmenimden öğrendiğim kadarıyla egosu bir hayli tavanda olan Hazuki hanım, vakti zamanında Hiroyuki Sanada’nın karısından boşanmasına sebebiyet vermiş bir starcık imiş.

Daha DVD kapağına bakar bakmaz etini sütünü belli eden-ki THE ULTIMATE ASSASIN...SHE’LL BLOW YOU AWAY yazıyor kapakta-Kuro No Tenshi, bir tek meraklısına hitap edecek türden gibi... Bu arada, Gonin gibi, The Black Angel’ın da ikincisi çekilmiş. Şu an ikinci filmlere bulaşmaktansa Ishii’nin bir başka filmi Freeze Me’ye takılmayı yeğliyorum.
Boş işler bunlar...