manga etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
manga etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13.3.10

ŞİKAYETİM VAR, SATIYORUM!

Önemsiz bir şikayet için sessizliğime ara vermek zorundayım.

Belki malumunuz belki değil, (benim gözlemlediğim kadarıyla) Türkiye'de üçüncü kez olmak üzere orijinal bir Japon mangası yayınlanmaya başlandı. İlki Beyblade, ikincisi Yalınayak Gen ve nihayet üçüncüsü Kapital Manga.

İşte ben bu üçüncüsünden dertliyim sayın okuyucular. Zira henüz ikinci cildi piyasaya sürülen manganın ilk cildi ile ikinci cildi arasında acayip bir boyut farkı var! Hayır madem bir 'dizi' sürüyorsunuz piyasaya, üstelik de bu bir çizgiroman serisi, insan buna dikkat etmez mi yahu! Onu da geçtim, hem de düzen manyağı bir ülkeden, Japonya'dan çıkan bir manga bu. Şimdi ben bunu kitaplığıma nasıl yerleştireceğim? Bari şikayetimi resmi olarak bildireyim de hiç değilse bundan sonra çıkaracakları ciltleri 'bir büyük bir küçük' formatında yapsınlar, hiç değilse dengeyi yakalasınlar! Tööbe yarebbime!..
"Cisme değil içeriğe odaklan kerkenez!" diyen siz sevgili okuyucularıma ise 1980'lerden gelen içten bir hisle şöyle seslenmek istiyorum; Biraz ayıp olmuyor mu a canım biraz ayıp olmuyor mu?!

Not: Gözlerimin bozuk olduğunu söylemiş miydim? Sabah evden çıkarken alelacele farkettiğim bu durum, ola ki benim sarsaklığımdan kaynaklanmış olsun! Amin!..

23.1.10

JAPON YARASA ADAM

Geçtiğimiz günlerde Sinematik, Türk Betmen’in fragmanına yer verdi sayfasında. Ben de bloglar arası etkileşimin güzelliğine inandığımdan “Türkün bile Yarasa Adamı olur da, Japonun olmaz mı?” diyerek, Japonya’nın ilk süper kahraman hikayesi Ôgon Batto’yu(Golden Bat) inceleyeyim dedim. Japon çizgiromanı manganın atası olarak bilinen Kamishibai formatında ilk defa 1931 yılında seyirci karşısına çıkan Ôgon Batto-Altın Yarasa, aslında dünyanın da ilk süper kahramanlarından biri (Kamishibai’ye şurada azıcık değinmiştim zamanında ya da doğrudan Wikipedia’ya alayım sizi). Takeo Nagamatsu tarafından yaratılan Ôgon Batta, yıllarca kamishibai olarak çizildikten sonra 1948’de mangaya, 1966’da birazdan yazacağım Ôgon Batto adlı filme (‘72’de bir kere daha) ve 1967’de de 52 bölümlük animeye uyarlanmış.

10.000 yıl ötedeki gelecekten gelen Ôgon Batto (Fantoma olarak da bilinir), kötü karakter Nazo’ya karşı dünyayı kurtarmak için savaşan, pelerinli bir kuru kafadır (Rivayete göre Nazo ismi Nazilerden gelmektedir). Nagamatsu’nun gerek karakter dizaynı gerek hikaye içerisindeki roket ve benzeri makine dizaynları zamanının ötesindedir. 1966 yapımı film, ana hikâyenin birçok noktasını almasına rağmen, aslına çok sadık bir uyarlama değil. Yönetmenliğini Hajime Sato’nun yaptığı (1968 tarihli ‘vampir-uzay’ temalı bilimkurgu filmi Goke: The Body Snatchers From Hell kayda değerdir), kendi açımdan göze çarpan en birinci noktası, başrolünde Sonny Chiba’nın oluşudur. Konuya gelecek olursak;
Genç bir astronomi meraklısı, teleskobuyla yaptığı gözlemeler sırasında dünyaya hızla yaklaşmakta olan bir cisim görür. Ulusal astronomi birimine bir türlü inandıramadığı bu durumu, ondan başka bilen birileri daha vardır ve adamı kaçırırlar. Birleşmiş Milletler adına çalıştıkları gözlemlenen bu grup (duvarda UN gördüm, onun yalancısıyım), İkarus Adlı bir gezegenin, yörüngesinden kurtulup gerçekten de dünyaya çarpmak üzere hızla yol aldığını ve genç adama inandıklarını söylerler. Gezegeni durdurmak için bir ışın silahı yapmışlar ama çalıştırabilmek için son bir maddeye ihtiyaçları vardır. Bu esnada, okyanustan gelen bilinmeyen bir sinyal, ekibimizin o tarafa doğru yola çıkmasına sebebiyet verir. Yola çıktıkları uzay mekiğiyle kısa süre içerisinde olay mahalline varan ekip, okyanusun ortasında daha önce orada bulunmayan bir adayla karşılaşır. Göründüğü kadarıyla Mısır-Aztek ve bilimum milat öncesi kültürüyle donanmış ada, aslında Atlantis değil miymiş dostlar? Atlantis’i yanlış yerde arayanlara ders olsun!

Dolmuş efekti verilmiş uzay mekiğinin ön camından, alttaki adaya bakan ekip

Okyanus ortasından göğe yükselen başka bir şey daha vardır; kötü karakter Nazo’nun tenekeden bozma malikanesi. Işın topları atarak, adaya adamlarını indiren Nazo, ekibi ortadan kaldırma planları yapmaktadır. Zira, İkarus gezegenini, yörüngesinden çıkaran bizzat odur. Kurtarma ekibi, Nazo’nun adamlarından kaçarken, girdikleri tapınakta, müthiş bir keşif yapacaklar, Tutankamon’un lahitine nazire yapan bir lahitte Ôgon Batto’yla karşılacaklardır. Azıcık suyla kendine gelen bizim Batto, küçük kızı himayesi altına alacak ve o andan itibaren o müthiş kahkahaları ve yarı saydam olabilme özelliğine sahip yarasasıyla eşek-at-güve karışımı bir giysi giyen Nazo’ya karşı savaşarak, İkarus Gezegeninin dünyaya çarpmasını engellemeye çalışacaktır.
Sony Chiba’yı, kurtarma ekibini yönlendiren doktor Yamatone olarak gördüğümüz filmde, baş doktor rolünde, o dönemler birçok Japon filminde rol almış Andrew Hughes var. Kayda değer diğer oyuncu ise Ôgon Batto’ya o müthiş kahkasını attıran Osamu Kobayashi elbette.

Pelerinli kahramanların hiç yokolmaması dileklerimle sözlerime filmden ve Manga Kamishibai adlı kitaptan resimlerle son veriyorum.

Ôgon Batto uçarken

Nazo'nun kamishibaideki 2 gözlü ve filmdeki 4 gözlü, çengel elli hâli

"Adaletin bastonu" adını verdiği bastonuyla Ôgon Batto, kötü adamları döverken

Nazo'nun rüya takımı!!!

Filmin başrol oyuncularından sevimli Yarasa


Between the time oceans drank Atlantis and the rise of the sons Aryas, there was an age undreamed of... And unto this, Conan destined to bear the jeweled crown of Aquilonia upon a troubled brow... Pardon ya, filmler karıştı gene...


ÔGON BATTO/GOLDEN BAT 1966
Y: Hajime Sato
O: Sonny Chiba, Osamu Kobayashi, Emily Takami, Andrew Hughes

13.2.09

SUEHIRO MARUO

1956 Nagasaki doğumlu manga sanatçısı ve illüstratör Suehiro Maruo’ nun yayıncılık dünyasına girmesi kolay olmaz. 1973 yılında ilk manga çalışmasının yayınının reddedilmesinin ardından 1980’e kadar Suehiro’dan ses çıkmaz. 1983’e gelindiğinde Barairo no Kaibutsu (Rose Colored Monster)adlı mangasıyla piyasaya nihayet resmi olarak girmiştir (1) . Ero-guro’nun (erotik grotesk) babalarından biri olarak anılan Suehiro Maruo’nun başlıca karakterlerini, yetişkinler tarafından sürekli ihanete uğrayan ‘masum’ yeniyetmeler, fiziksel deformasyonlu insanlar ve ‘kendi adaletlerini’ (Suehiro’daki adalet bildiğimiz adaletten değildir ama), kötülüğe kötülükle karşılık vererek sağlayan insanlar oluşturur. Liseden atıldığı rivayet olunan Suehiro’nun baş karakterleri belki de bu nedenle yeniyetmelerdir (her ne kadar böyle psikolojik bağlantılar kurmayı sevmesem de...). Zira, okul ortamında sürekli arkadaşlarının alaylarına maruz kalan tiplemeler boldur. Ki bu tipler daha sonra ‘deforme’ olmuş beyinlerinde ne kadar kötülük varsa ortaya dökeceklerdir. Bir hikayesi olan ‘uzun metrajlı’ diyebileceğimiz mangalarından Inugami Hakase’de (Inugami Expert-1994) ruhları yöneterek insanlara kötülük yapanları, yine aynı yöntemi Shikigami’yi kullanarak durdurmaya çalışan Inugami uzmanının maceralarına, Shoujo Tsubaki (Midori-1984)’de anasız babasız kalmış Midori’nin ‘hilkat garibeleri’nin sirkine zorla katılarak, gördüğü eziyetler karşısında masumiyetini bir şekilde korumasına, Paraiso: Warau Kyuuketsuki 1-2’de (The Laughing Vampire-2000) ise insanlardan kötülük görerek ‘vampire’ dönüşen bir kadının, kendi tarafına kattığı oğlanın yeni dünyasına tanık oluruz. Bunun yanında bir de hikayesi olmayan ama sanatçının bir fikrin etrafında bizi dolaştırdığı, zaman zaman içine dahi sokmadığı (benim giremediğim var valla) kısa çalışmalar da var.
Hikayelerin dışında, Suehiro’nun başlıca temalarını ırza geçme, seks, çeşitli iğrençlikler, pedofili, sadizm vb. oluşturur. Seks, ölüm, masumiyet gibi kavramları yılan, böcek ve kelebek görüntülerini bol bol kullanmak suretiyle gözümüze sokar. Mangalarda zaman hep 1930’lara takılı kalmıştır. Japonya’nın 1926-1989 arasındaki Showa Döneminin ilk yıllarına. Suehiro’nun bir diğer takıntısı da Alman Ekspresyonist Sineması’dır. The Cabinet of Dr. Caligari, Metropolis, M, Nosferatu gibi filmlerin sahnelerini Paranoia Star’da (1986) Triumph of the Will bölümünde, birebir kullanmaktan çekinmediği gibi, kimi ‘hikaye’lerinde de özellikle The Cabinet of Dr. Caligari’deki Cesare karakterinden görüntü olarak etkilendiği aşikardır (Laughing Vampire’daki ana karakter gibi )- (Alman Eksp.’den farklı olarak Nosferatu (1922) ve Dracula filmlerinden de sahneler vardır). Ama daha da önemlisi Barairo no Kaibutsu (1982) mangasında ‘The Cabinet of Dr. Caligari’yi aynı isimle, New Nation Kid (1999) mangasında ise Sleeping Man adlı bölümde Fritz Lang’ın ‘M’ filmlerini kendine uyarlayarak çizgiye dökmüştür.
Film sahnelerinden başka Marlene Dietrich ya da Hitler’in görüntülerine rastlamak da mümkündür. Bunlardan bağımsız olarak Lunatic Lover’s (1997) adlı mangada Japon korku edebiyatının hatırı sayılır eseri Kwaidan; Stories and Studies of Strange Things’deki Hoichi The Earless’ ın (Kulaksız Hoichi, Mimi-nashi Hoichi-1964 tarihli aynı adlı filmi de vardır) uyarlaması bulunmaktadır. ‘Modern’ zamanda geçen hikayede Hoichi’nin ‘Biwa’ sının yerini gitar almıştır. Klasik hikayeyi çok bozmayarak kurgulanan bu öyküde, yaptığı müzik nedeniyle ruhlar tarafından ele geçirilen Hoichi, maalesef herkesin bildiği gibi kulaklarını kaybetmekten kaçamaz. The Doors ve grubun 1967 tarihli Strange Days albüm kapağının posteri Hoichi’nin duvarını süslemektedir. Joel Brodsky tarafından fotoğraflanan kapakta sirkte çalışan ‘hilkat garibeleri’nin yer aldığını belirtmenin bilmem gereği var mıdır? Suehiro Maruo, yazının başında belirttiğim gibi aynı zamanda illüstratördür. Amerikalı avant-garde sanatçı John Zorn’un Naked City projesi albümlerinin illüstratörlüğünü de yapmıştır.
Mangalardaki sinema ve müzik sanatına dair referanslardan başka resim sanatına ait referanslara çok olmasa da rastlamak mümkündür. Örneğin Midori’de ( Mr. Arashi’s Amazing Freak Show adıyla animeye de uyarlanmıştır) ve Barairo no Kaibutsu’daki Z-Boy’da sürrealist sanatçı Rene Magritte’ in Decalcomania, The Mysteries of Horizon gibi melon şapkalı imgelerin yeraldığı eserlerinin uyarlamasını bolca görebiliriz. Melon şapka (bowler hat), 1849 yılında ingiliz Edward Coke tarafından, at binicilerinin kafalarını korumak amaçlı tasarlanmış ve II. Dünya Savaşı öncesine kadar oldukça popüler olmuş bir şapka türü. Yani dönem olarak da Suehiro’yu yakalayan önemli bir simge. Magritte’ten başka, İsviçreli ressam Arnold Bocklin’in The Isle Of Death (Ölüm adası) tablosuna Laughing Vampire’da, The Plague (Veba) tablosuna ise Lunatic Lover’s’ın Nonresistance City adlı bölümünde rastlamak mümkün.
Suehiro Maruo, bir çok mangasında aynı simgesel görüntüleri kullanıyor. Bunlardan biri arkası dönük kızlar. Ya okuyucu olarak biz şahitlik ediyoruz buna yahut manganın beyni deforme olmuş yeniyetmesinin gözüyle görüyoruz. Ağızdan çıkan veya ağza giren yılanlar veya böcekler, ortalığı kana boyayarak ‘çıkan’ ceninler, seks esnasında cinslerden birinin, diğerinin göz bebeğini yalaması (40 yıl düşünsem ne anlama geldiğini anlayamam. Anlayan varsa beri gelsin) gibi... Aklı oldukça bozulmuş, yalnız aklı ne kadar bozulduysa etkisi çizgisine doğru orantıyla muhteşem olarak yansımış sanatçı için ne desem az ya, yine de, “benim gibi masum(!) bir insanın beyninin ırzına geçmekte bir sakınca görmeyen Suehiro’ya, ben de ‘sapık’ demekte bir sakınca görmüyorum” diyerek Shoujo Tsubaki mangasından Midori adıyla uyarlanmış animeye geçiyorum. (Şimdiye kadar yazdığım en ciddi yazı da bu oldu herhalde!)

Midori yahut diğer adıyla Mr. Arashi’s Amazing Freak Show, Suehiro Maruo’nun ismiyle anılmasına rağmen, Suehiro’nunkinin yanına bir başka isim daha eklemek gerekmekte. Animenin yönetmeni Hiroshi Harada’nınkini. 12.yy’da Japon Budist Tapınaklarında hikaye anlatarak eğlendirme amaçlı kullanılan KAMI SHIBAI’ye saygı niteliğinde çekilmiş bir anime Midori. 1920’lerde Japonya’da yeniden canlanan Kami shibai’de hikayeyi tek bir kişi, Emakimono denilen manganın atası da sayılan resimli ve yazılı rulolarla seyirciye anlatır. İşte bu animede de tüm çizimler tek bir kişinin elinden çıkmıştır; yönetmen Harada’nın. 1987’de başlayıp, beş yıl boyunca üstünde çalıştığı Midori’de, bu yüzden çok fazla hareket yok. Animenin bir diğer özelliği de sinema salonu için çekilmemiş olması. Hatta Harada bu konuda oldukça hassas fikirlere sahip, filmin video ya da Dvd olarak yayınlanmasını dahi istememiş! (İlginç bir tiple karşı karşıyayız!) (2)
Konuyu zaten üst tarafta biraz çıtlatmıştım. Biraz daha ayrıntıya girmekte sakınca yok sanırım. Midori, babası evden kaçmış, annesi de fukaralığın getirdiği hastalık sebebiyle Hakkın rahmetine kavuşmuş bir kız çocuğudur. Geçimini çiçek satarak sağladığı sırada karşılaştığı melon şapkalı amcanın yardım sözlerine kanarak, adamın verdiği adrese gider ve geri dönüşü olmayan yola böylece girmiş olur. Melon şapkalı adam, kolsuz mumya, yılan kadın, testisli kız vb. hilkat garibelerinden oluşan bir sirkin sahibidir. Büyük umutlarla sirke gelen Midori’nin masumiyetini, ırza geçme ve türlü eziyetlerle çalarlar (!)(Var bir sebebi ünlem koymamın bekle biraz).Midori her ne kadar bu ekibin içine girmişse de asla onlardan biri olmayacaktır. Her gün çektiği onca eziyete karşın dayanmakta, kasabadan durmaksızın geçen trene her el sallayışında ise umutları yavaş yavaş tükenmektedir. Çıldırmanın eşiğine geldiği gün, cam şişe içine girme marifeti gösteren büyücü/illüzyonist bir cüce de gösteriye katılmak amacıyla çıkagelir. Cücenin gelmesiyle Midori, aşkı bulur. Bu sahnelerde bol bol kelebek görürüz. Sirkin tüm getirisini artık cüce’nin gösterisi sağlamakta, o yüzden herkes ağzının içine bakmaktadır. Bu arada Midori’ye kötü davranan diğer elemanlara karşı cüce, Midori’nin önünde koruma kalkanı oluşturmuştur (N’oldu? Yumuşadınız hemen!) Midori de bundan istifade edip özgüvenini birazcık geri kazanmış, deyim yerindeyse ‘dilli düdük’ olma yolunda ilk adımını atmıştır. Velakin hilkatlardan birinin Midori’ye aşkını ilan etmesine tanık olup, kıskançlıktan küplere binen cüce, elemanı oracıkta algılarıyla oynayarak öldürmüş, buna tanık olan Midori, çok korktuysa da cücenin ağzından girip burnundan çıkması dolayısıyla aşkını bitirmemiştir. Cücenin öfke kontrolü konusunda problemi olduğunu bir sonraki sahnede kendisini hor görerek ölümcül kelime “yerden bitme”yi suratına haykıran seyirciyle beraber salondaki herkesi, yine, büyü, hipnoz, işte her neyse onunla yerlebir etmesinden anlamış bulunuyoruz. Böylesi bir öfke krizinin ardından, Midori’yle beraber sirki terkedip, Midori’nin isteği üzerine eve dönmek üzere yola çıktılarsa da Suehiro Maruo’dan bahsediyoruz, yani klasik anlamda mutlu son beklemek gafletine düşmemek gerektiğini belirtmek isterim. Filhakika, otobüs bekledikleri sırada, yiyecek birşeyler almak için kasabanın içine doğru gidip, Midori’den uzaklaşan cüce, kaderin cilvesi neticesinde yanlışlıkla kaçan bir hırsız tarafından öldürülerek, Midori’nin bir kere daha yapayalnız kalmasına sebebiyet verir. Lakin az sonra izleyeceğimiz sahne sebebiyle, zaten bütün bu olan bitenler aslında hayal ya da daha açık söylemek gerekirse büyü müydü? İşte o konuda yorumu, animenin bana yaptığı gibi ben de siz değerli izle-me-yicilere bırakıyorum.
İçerdiği şiddete (aslında ben buna şiddet diyemem ama alıştığımdan mıdır şu an bilemiyorum doğrusu) rağmen oldukça hüzünlü bir hikaye olduğunu söylemekte yarar var. Animenin, J.A.Seazer tarafından yapılan müziğinin de bunda etkisi var sanırım.
1992 tarihli bu anime hem Suehiro Maruo’nun uyarlanmış tek animesi olması hem de içerdiği teknik açısından önemli bir noktada duruyor gibi.
Boş işler bunlar...