gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28.3.09

LUCCA GEZİSİ / ÇİZGİROMAN MÜZESİ / NİNJA PAZARI

Yaklaşık beşinci denememde gitmeyi başardığım Toskana’nın (vadi madi değil) tarihi kenti Lucca’ya hoşgeldiniz.
Turistik merkezlerden hoşlanmayanlar için alternatif olabilecek, çepeçevre surlarını korumayı başarabilmiş-ki aslında başarı falan değil, bilinçli olarak korumuş-Giacomo Puccini’nin doğum yeri ufak bir kent Lucca. Turistik merkezlerden hoşlanmayanlar dediysem, "Lucca turistik değil" demek istemedim. Zira Puccini’nin doğum yeri olması dolayısıyla yeterince turistik olduğu söylenebilir. Aman gene dolandırdım lafı. Diyorum ki, yakındaki Pisa’ya gideceğine buraya git daha iyi! Ha şunu diyeydim (dedim zaten değil mi?)
Tren istasyonu tarafından geldiğinizde, kente San Pietro kapısından görkemli bir giriş yapabilirsiniz. Lakin benim görkemle falan işim olmaz, o yüzden sağa sapıp surun içinden geçerek giriş yapmayı tercih ettim. Laf aramızda surları pek severim. İstanbul’da da bulduğum bazı fırsatlarda sur gezisi yaparım. Burkmadığım ayak, yemediğim dayak kalmamıştır sur civarında (Evet, kafiye beni dürttü, affınıza sığınırım ^_^). Napalım bizim de adrenalimiz böyle oluyor işte. En başta, beşinci denememde buraya vardığımı söylemiştim değil mi? Demek oluyor ki girişi biraz sonraya bırakıp Lucca’ya bir türlü gidememe durumuma, başka deyişle “Aptallığıma doymayayım” vakasına değinmeden olmaz; Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeğeninin bile “Partimde ben tavşan olayım, anini (anneanne) kelebek olsun, sen de (ben yani) deve ol” dediği bir Salako-chan (Japon kardeşlerim için Sarako-chan) varmış. Bu Salako-chan, günlerden bir gün Lucca’ya bilet almış, atlamış trene. Üç durak sonra piyasaya çıkan bilet görevlisi, biletini deldikten hemen sonra “Bugün grev var. Tren Pisa’ya kadar gitmeyecek (Lucca’ya gitmek için önce Pisa’ya gitmek gerek)” demiş. Köskös trenden o durakta inen Salako-chan, çok da kafaya takmayarak eve yollanmış. Birkaç gün sonra yeniden bilet alıp, ertesi gün gitmek üzere uykuya dalmış. Sabah alarm olarak çalan Leonard Cohen’in Suzanne şarkısının güzelliğinden kendine gelemeyip, şarkı bitimi alarmı kapatıp horul horul uyumaya devam etmiş. Aradan günler geçmiş-ister istemez tabii-bu sefer kesin kararlı Salako-chan, kendisi için uygun bir gün belirleyip, acaba grev var mı o gün diye haberleri karıştırmış. Ne bulmuş dersiniz? Yine grev yok muymuş? Aa... Böyle böyle aradan neredeyse bir ay geçmiş. Yılgınlığını anlık bir yanılgıya borçlu olan Salako-chan, tüm cesaretini toplamış, sabahın köründe tren istasyonuna varmış. “Bu sefer beni alt edemezsin ey kader” diye de homurdanmışmış. İşte o esnada tren de gelmiş, bizimki trene atlayıvermiş. İyice yerine yerleşmiş, kitabını çıkarmış ve o an aklına biletini okutmadığı gelmiş. Salako-chan, doğrucu başı bir insan evladı olmasının ezikliğiyle, bir sonraki istasyonda belki okutma makinesi peronda vardır diye, ama yine de treni yeniden yakalayamam diyerek eşyalarını da yanına alarak, tren durur durmaz kendini aşağı atmış. Nerede o şans bizim Salako-chan’da? Ne bilet okutma makinesi, ne başka şey. O esnada tren harekete geçmiş, bizim saftirik de ağırkanlılığının verdiği etkiyle arkasından bakakalmış. Etti mi size dört (rakamla 4)? İşte son olarak da artık hiç bir beklentisi kalmayan Salako-chan, öylesine bir sabah kalkıp, yine öylesine tren istasyona yeltenip, bu son seferde, Lucca’ya varmayı başarmış. O ermiş muradına, darısı bir türlü başarıyı yakalayamayanların başına.

16.yy’a ait tuğla sur duvarlarını aşıp kente girdiğimde kendimi sayısız kereler yaptığım gibi aylak aylak dolaşma formatına getirmiştim. Bu ortaçağ kentinden aklımda kalan en önemli şey, kentteki yapıların birçok farklı döneme, başka deyişle katmana sahip oluşu. Çıplak gözle dahi çok rahat okunabilen bu katmanları ayıklamak müthiş zevkli olur diye bir an aklımdan geçirdim, itiraf ediyorum. Yalnız yarım akıllı olan arkadaşınız bu ‘gerekli’ düşünce üzerinde fazla takılmayarak, gereksiz olanlar arasında beynini yüzdürmeye devam etti. En fazla vakti, 12.yy’a ait S. Martino katedralinin çevresinde geçirdim. Neden diye sorarsanız hiçbir fikrim yok derim. Üstelik fotoğraf çekmek için bile iyi bir konumda değildi. Daha doğrusu güneş ters istikametteydi. Dış cephedeki oymalar pek bir ünlü Nicola Pisano’ya ait. Kilisenin içerisinde de Tintoretto’ya ait adını hatırlamadığım bir tablo var. Hatta 1 euro gibi bir meblağ ödeyerek 3 dakika boyunca tabloyu aydınlatabilirsiniz de, bu beyninizi aydınlatır mı onu bilemem. Ben uzaktan baktım. Kilise ve kapıdaki müdavim dilencisini geride bırakarak asıl ve tek amacım çizgiroman müzesine doğru ilerledim. Ulusal Çizgiroman ve Resim Müzesi ’nin (Museo Nazionale del Fumetto e dell’Immagine) kapısında örümcek adam ziyaretçiyi ağıyla yakalıyor ve avluya fırlatıyor. Dedim, beni önce avludaki geçici sergiye atıver. Sergio Toppi, Renzo Calegari, Giovanni Ticci ve Sergio Tisselli’nin (abinin bir samuray çizimleri var, japon olmayan birinin samuray çizmesi konusuna anlamsızca(!) muhafazakar yaklaşırım ama hakkını vermek lazım) çizimlerinden oluşan doyurucu bir sergi. Sonra daimi sergiyi gezebilmek için soldaki odacıklara girdim. Daimi sergi mi dedim? Yok ki öyle birşey. Aslında bu odalarda italyan çizgiroman kahramanlarının heykelcikleri var ama oluşturulan geçici sergi nedeniyle örtülmüşler. Yoksa, sanmıyorum Diabolik misafire kıçını dönecek kadar terbiyesiz olsun. Her ne kadar bu yüzden az buçuk hayal kırıklığı yaşasam da, odada açılan Gradimir Smudja sergisi birazcık da olsa kırıklarımı yapıştırdı. Yugoslavya doğumlu “san’atçı”, şu an Lucca’da ikamet ediyormuşmuş. En bilinen eserlerinden biri Fransız ressam Toulouse-Lautrec’in hayatını anlattığı çizgiromanı, kaldı ki bu çizgiromandan kimi bölümleri sergide görmek olası. Toulouse-Lautrec haricinde Van Gogh, Georges Seurat ve diğer bazı ressamları konu aldığı işleri var. Sergide genellikle çok bilinen tabloların Smudja yorumlarını görmek olası. Ünlü ressamları ve düşünürleri, çizgiroman estetiğinde yerleştirdiği çalışmaları arasında, Leonardo da Vinci’yi merkeze aldığı “Son akşam yemeği” tablosu en hoşuma gidenlerden. Gereksiz bir bilgi olarak, çizerimizin solak olduğunu belirtmek isterim. Geçelim avlunun sağ tarafındaki odalara. Diabolik’in yazarlarından biri olan Giuseppe Palumbo’nun son eseri EternArtemisia’nın sergisini bir günle kaçırdığımı görüp yan odaya geçiverdim. Burada çeşitli çizgiromanlardan dekorlar kurulmuş, misal; Miki Fare (Topolino), Dylan Dog, Martin Mystère, Valentina gibi. Geçelim diğer odaya. Burası tamamen çocuklara ayrılmış, çizgifilm kahramanları ve etkinlik gerçekleştirmek için kullanılan masalarla donatılmış bir alan. Bir de ana yapının üst katında bir sergi odası var. Buradaki sergiden ziyade duvardaki ve iç kısımdaki kocaman Corto Maltese maketi, beynimde fırtınalar yarattı, nasıl yürütürüm diye...Atlamışım ama müzeye girmek için ödediğiniz 4 euro, size bir adet çizgiroman olarak geri dönüyor. Benim şansıma Çelik Bilek düştü. Lucca aynı zamanda, her yıl Çizgiroman ve Oyun festivali gibi birşeye de ev sahipliği yapıyor. Ekim sonu, kasım başına tarihlenen bu etkinliğe katılayım diye az buçuk düşünmüşlüğüm vardır amma...Ne bileyim gitmedim...Neyse, fazla kaldık burda, bak saat kaç olmuş! O zaman vaktimiz varken yer yer daralan sokaklarda dolaşalım, San Michele Kilisesi’ni ve amfitiyatroyu görelim.
11.-14.yy’lar arası inşa edilen San Michele Kilisesi’nin beyaz mermer cephesi, tipik bir Pisa-Romanesk cephe. Masmavi gökyüzü altında beyaz mermerin seyri göz acıtıcı olduğu kadar büyüleyici de. Eski Roma Forumu’nun olduğu yerde kurulmuş kilisenin yanındaki meydan da pek bir turistiko. Burdan ilerleyip çarşıya girince az ilerde, M.Ö. 108'e temellenen amfitiyatro’ya ulaşıyoruz. Şimdi evler, mağazalar ve turistiko kahvelerle donanmış, doğru hissiyattaysan zaman geçirilebilecek hoştirik bir yer. Zira doğru hissiyatta değilsen-aslında değilsem- heleloy diyerek bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılası bir yer de olabiliyor. Denedim gördüm. Puccini’nin ev ziyaretine gidemedim. Kırıldığını belirtti. Aslında açık mıydı ev, ona dahi bakmadım. Akşamları yapılan Puccini aryalarından oluşan konsere de elbette dahil olamadım, çünkü beni bekleyen bir tren (neyse ki) vardı. Böylelikle, kafa dinlemek için birebir, nadide italyan kentlerinden birini daha yarım yamalak şekilde görmüş ve bir kere daha hayatta en sevdiğim yer olan evceğizime dönmüş idim. “Her başlangıcın bir sonu, her sonun bir güzelliği vardı” demişim...Dememiş miyim?.. Demek isterdim...Yani, deseydim iyi olurdu...

*Lucca'da kendi açımdan en kayda değer şey; ninja pazarı :p
Şaşırmadın değil mi?..

16.2.09

TORİNO ULUSAL SİNEMA MÜZESİ / MUSEO NAZIONALE DEL CINEMA

Müzeye geçmeden evvel, içinde konuşlandığı yapıdan bahsetmekte yarar var, zira Mole Antonelliano adlı bu yapı, Torino’nun simgesi. Mimar Alessandro Antonelli tarafından 1863 yılında sinagog olarak kullanılmak amaçlı yapımına başlanıyor ama mimarın artık kime meydan okumaya çalıştıysa yapının yüksekliğini sürekli değiştirmesi dolayısıyla bir türlü bitirilemiyor. Başlangıçta 113 metre yükseklikle tasarlanan bina, mimarın 1888’de ölümünün ardından kimi kaynaklara göre 1889’da, kimi kaynaklara göreyse 1897’de, 167,50 metre yüksekliğe ulaşarak ancak bitirilebiliyor (Ben daha iki ay önce çizmeye başladığım şeyden sıkılıyorum...). Ayrıca döneminin bu kadar yüksekliğe ulaşma başarısı (!) gösterebilmiş yegane yığma yapısı olma özelliğini hala da taşımakta. Zaman içerisinde yıldırımlardan nasibini alarak sürekli güçlendiriliyor. Yapının inşaatı bittiği zaman ise kentin yahudi cemaati çoktan umudu kestiği için, uzun yıllar İtalyan Birliği (Risorgimento) Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. 1996-97 arası yığma yapının içerisine çıplak beton strüktür eklenmek suretiyle restore edilerek, sinema müzesi olarak kullanılmaya başlanıyor. Mole Antonelliano’nun bir diğer atraksiyonu da şüphesiz tam merkezinde bulunan ve bilmem kaç metre yüksekliğe çıkartarak Torino’yu panoramik olarak izlemeye imkan veren asansörü. Bu asansör 8+1 (görevli) kişi kapasiteli ama bana kalırsa 7+1 daha uygun olur. Zira içiçe girmek zorunda değiliz değil mi canım kardeşim! Daha detaylı anlatmak gerekirse buyrun hep beraber dinleyelim;

İnsan can’sızı’ Tuğba’nın ikinci Torino macerası

Malum Torino’ya ilk gidişimde bir iki müzeye girmiştim ama tek gün yetmemişti. Zaten o esnada Torino Film Festivali’nin deli kuyruğu ve ondan daha deli esen bir rüzgar olduğu için, küçük bir katalog alıp, film seçmek (tabi ki önce japonları), esen rüzgarın da etkisiyle donarak yer değiştirmekten öteye geçemeyen ufak bir maceram olmuş, iki fotoğraf çekerek olay mahallinden ayrılmış idim. İyi ki de öyle yapmışım çünkü o gün sinema müzesine girseymişim çıkamayabilir, bu yüzden de kenti menti büyük ihtimal gezemeyebilirmişim. Her neyse... İkinci gidişimde diğer işlerimi halledip, ferah Torino meydanlarından ve bir o kadar daha ferah sokaklarından geçerek yapının önüne geldim. O da nesi? Bir kuyruk, hemi de bu saatte! Baktım, müze+asansör kuyruğu, yoksa sadece müzeye girmek istersen kuyruk muyruk yok, direk gir. O an ne düşündüm, inanın tam olarak bilemiyorum ama ben bu kuyruğa giriverdim. Hani buraya kadar gelmişim, bari panoramik görüntü olayından ben de nasipleneyim mi dedim, ne dedim vallahi şu kadarcık olsun hatırlamıyorum. Kaldı ki kalabalıklarla hiç işim olmaz ve hemen kısa yola yönelirim genellikle. Neyse, girdik bir kere bekleyeceğiz artık. Rüzgar yok ama gölgede insanı ısırmak suretiyle bitiren bir ayaz var. Bu arada yıllardır soğuktan korusun diye löpçük löpçük yaptığım yağlar şu İtalya’ya geldim geleli beni korumuyor. Dondukça donuyorum. Görünürde yağ tabakamda bir azalma yok ama... Bekle Allah bekle. İtekleyerek ilerliyor sıra. Bu arada arkamdaki fransızlara çok pis uyuz oldum. İnsanlar, kuyrukta beklerken neden insani mesafe bırakmayı bilmezler anlamıyorum doğrusu. O açıdan ne zaman kuyrukta beklesem, kuyruğu yarıp diğer tarafa geçmek isteyen insanlar hep benim önümden geçer. Ona da ayrı sinir olurum ya neyse. Uyuzluk katsayım bugünlerde had safhada galiba. Hmm... Biraz ara veriyorum...
..................................................................
Ne diyordum? Hah tamam...(Bu şarkıyı bu adamdan dinlemek çok manidar. Fonda Nick Cave-What a Wonderful World çalıyor da...) O da ne? Aynı kuyruk-doğal olarak- asansörün önünde de yok mu? İşte ne düşündüysem dedim ya... Işınlanacağız diye hayal etmiş olabilirim bir ara itiraf ediyorum. Önce kuyruğa girdim ama iki dakika sonra “Ee yeter be! Seni mi bekleyeceğim. Elinin körü!” deyip, kuyruğu yara yara müze girişine yollandım. Oh be dünya varmış. Nefes aldım vallahi. İlk kat “Sinemanın arkeolojisi “ diye bir bölümle adlandırılmış. İtalyan gölge tiyatrosundan başlamış,bir sürü büyülü fener, büyülü fenerlerde kullanılan çeşit çeşit çizimler, zoetroplar, folioskoplar, anamorfozlar ve daha bir sürü şey ziyaretçinin hem göz seyrine hem de kullanımına sunulmuş. Bu şeyler arasında Sultanahmet Camii’nin 1880’lerde avlusundan çekilmiş bir fotoğrafını da üç boyutlu şekilde görebilirsiniz. İlk katta o kadar zaman harcadım ki şöyle bir kendimi silkeleyip bir hızla üst kata yönelmişim (Çocuk olsam hiç çıkmak istemezdim herhalde). Bu katta bir filmi oluşturan elemanların hepsini kendilerine ayrılmış bölümlerde görme şansına sahibiz. Yönetmenler, oyuncular, yapım aşaması, senaryo, kostümler vb... İzlemenin yanısıra duyusal olarak da etkiliyor mekan. Çünkü her bir bölümde kurulmuş ekranlarda bir kaç filmden alınmış bölümler oynarken, kulağınıza hiç de yabancı olmayan film replikleri geliyor. En sevdiğim tarafı da bu oldu zaten.
Üst kat aynı zamanda yapının ana merkezi ya da boşluğu diyeyim. Yukardan asılmak suretiyle yapıya eklemlenmiş bir rampayla iç boşluk boyunca yukarıya tırmanıyorsunuz. Tüm rampa boyunca film afişleri ve set fotoğrafları bulunuyor. Şu sıra yönetmen Francesco Rosi’nin sergisi olduğundan dolayı tüm posterler ve fotoğraflar onun filmlerine ayrılmış. Bu iç boşluğun alt katında yayılmak için dişçi koltukları ve iki adet dev ekran yerleştirmişler ki isteyen yatıp, ya o an yayınlanan filmleri seyretsin ya da tavandaki görüntüleri takip etsin. Arada bir de üst kule pencerelerinin perdeleri aniden açılıp, ziyaretçiye vampir misali “kör oldum” günışığı parlaklığı verdikten sonra aniden kapanıp, tavana yıldız mıldız görüntüleri yansıtarak eski loşluğuna geri döndürüyor mekanı. Yalnız bu esnada kasmadan fotoğraf çekme ve tuğla yapıya beton takviye ve işli tavan detayını iyice görme şansını da yakalıyorsunuz(!). Tepeye çıkınca televizyonun ortaya çıkışıyla değişen sinema sektörü ve televizyonun günlük hayattaki yerine dair, 60’lar, 70’ler, 80’lerdeki oturma odaları tasarlanmış. Sonra gerisin geri geldiğiniz yerden aşağı dönmek zorunda kalıyorsunuz (ki çok saçma), ana boşluk, dişçi koltuklarının olduğu yere. Burda, mekanın çevresindeki odacıklarda korku, western, animasyon, absürd gibi türlere ayrılmış bölümler var. Korku bölümüne bir mağaradan giriyorsunuz ve Bela Lugosi’nin tabutunun üzerine basarak korku sinemasının başyapıtlarından derlenmiş filmlerden görüntüler izleyerek posterlerin sergilendiği aynalı odaya geçiyorsunuz. Tabutun üstünden “tööbe yarabbi” diye basmadan atlayıp karşı duvarda asılı perdede dönen filmi seyretmek için biraz da yorgunluktan oracıktaki merdivene çöktüm. Ben bööle sırıta sırıta seyrederken gelip geçen de hayrola manasındaki bakışlarla durup seyretmeye başladı. Bu arada içimden sanki tüm bölüm bana aitmiş gibi gitsenize ya diye de geçirmiyor değilim, neyse... odalardan geçe geçe ana mekanın etrafını da tavaf edip en tepeye, şehre tepeden bakabilmek için asansörün önüne teşrif ettim. Hayda! Gene olmadı. Hala kalabalık. Kuyruk artık görevlinin belirlediği kurdelenin dışına taşmış. Ben gene önce dibe ekledim kendimi, sonra yok bekleyemeyeceğim diyerek hediyelik eşya dükkanına attım kapağı. Bu arada içimde de aylardır aradığım kitabı belki bulurum gibisinden bir his var. Aman nerde! Aradığım kitap da bişey olsa gam yemicem yani! Yok yok yok. Koskoca müzeye hiç yakışmamış bu dükkan valla. Hiçbir şey yok. İnsan en azından kitap çeşitlerini arttırır... Bunun hırsıyla bir kere daha asansöre yöneldim. O an Buda beni andı zaar, böyle pamuk gibi bi insan evladı oluverdim. Sırt ağrımı, küçük ayak parmağımı, gittikçe sağa yatan omzumu, arkamdaki salak çifti, önümdeki başka salak bi çifti daha boşverip kafamda çok saçma birşey kurarak beklemeye başladım. Nihayetinde 8+1 asansöre doluştuğumuzda insanların sanki ilk defa asansöre biniyormuş gibi ettikleri abuk sabuk laflarla azıcık olsun neşelendim ne yalan söyleyeyim. Vardık mı tepeye? Gördük mü kenti? Mutlu muyuz? Vardık, parmaklıklar (!) arasından gördük, niye mutlu olayım canım, sen de bir alemsin! O parmaklığın, orda ne işi var anlamadım doğrusu. Hem panoramik görüntü diyorsun hem de bu görüntüyü resmen kesintiye uğratıyorsun. Kazıklandım ve giden zamanımı geri istiyorum. Böyle mırmır söylenirken bir kuyruk da aşağı inmek için bekledik mi? Arkamdaki çiftten söz etmiş miydim? Hiç bahsetmeyeyim iyisi mi... Nihayet aşağı inip, kendimi bir hışımla dışarı attığımda, uzun süre insan içine çıkmama kararı almış ve odamdan dahi çıkmamak üzere evime doğru yollanmış idim.
Ben bu müzeyi sevdim sevmesine ama açıkçası çıktıktan sonra biraz yavan geldi sanki. Keşke şu da olsaymış bu da olsaymış diyemeyeceğim ama sinema öncesine ait bölüm çok kapsamlıyken, asıl sinemaya ait bölüm biraz daha geliştirilebilirmiş gibi hissettim. Elbette bir müzeden elindeki herşeyi sergilemesini bekleyemeyiz ama... Öyle hissettim işte ne bileyim. Bu arada müze içerisinde, broşüründen anladığım kadarıyla bayâ kapsamlı bir kütüphane de var. Belki kitabı orda bulabilirdim eğer ki kapalı olmasaydı. Şans şans şans diyor, bir sonraki abidik end dı gubidik aptal maceramda isteyenlerle buluşmak üzere diyerek en nihayetinde noktayı kondurabiliyorum.
Of yeter! Çekin fişimi... Dıt...Dıt...Dıt...Dıt...

7.2.09

BİR JAPON, BİR KONFERANS VE BARSELONA

Az önce mailimi karıştırırken bir konferans haberiyle sarsıldım(!). Japon mimar Ryue Nishizawa (SANAA) 18 Şubatta Yapı-Endüstri Merkezi’nde bir konferans verecekmiş. Komik olan konferans ve imza günü demişler. Şu imza işini de hiç anlamıyorum ya neyse:)) Bu vesileyle birkaç ay evvel Barselona’da Mies Van Der Rohe’nin meşhur Barselona Pavyonu’nda, Kazuyo Sejima ile gerçekleştirdikleri enstalasyonu buraya koyayım dedim. Bir de tabi şunu söylemeden geçemeyeceğim; Kitaplarda, fotoğraflarda mükemmel gözüken bu pavyon her ne kadar modern mimarinin kesinlikle mihenk taşlarından biri olsa da, artık günümüz dünyasının görsel bombardımanından mı diyeyim ne diyeyim nasibini aldığı için bende küçük bir hayal kırıklığı yaratmadı değil. Neyse...
http://www.yem.net/yem07/Katilim/?EtkinlikID=1740&d=1

6.2.09

JAPONCA KONUŞAN BİR TÜRK, TÜRKÇE KONUŞAN BİR JAPONLA KARŞILAŞIRSA!

Bu sefer arkası yarın yapmayı başardım sanırım. Dünden devam;
Trenden indikten sonra bu sefer bana, bi gencim güzelim havası geldi, gene otobüse binmeden verdim kendimi sur içindeki Perugia’ya doğru yola. Ben en çok burda pişman oldum okuyucu. Bir yokuş ki anlatamam. Burnum yerden gidiyor, o derece. Artık nefes alamayacak vaziyetteyim yani. İki tarafı yeşillik bir patikada yürüyorum, burnumda yağmur sonrası ot kokusu. Böyle “ölüyorum ölüyorum” diyerek vardım kentin kapısına. O an herşeyi unuttum tabi. Assisi gibi Perugia da bir ortaçağ kenti. Çıplak bırakılmış taş duvarları, daracık ve bomboş sokakları, kemerlerle birleştirilmiş çarpık konumlu evleriyle, gri gökyüzü altında insanı intihara dahi götürecek bir hissiyatı var. Ama “Şimdi ölüm nerden çıktı?” diyecek olanlar için, siz yine yaz mevsiminin masmavi gökyüzünün altında düşleyin derim bu kenti. Ben, fotoğraf makinemin objektifini mesken tutan yağmur damlalarını silmekle kalayım. (Beğğh gözlerim yaş yaş).
Burda Perugia’ya biraz ara verip ıssız sokaklardan bahsedeyim. Öğleden sonra 13.00 ila 15.30 arası hayat, sokaklarda duruyor. Hani İstanbul’da ya da ne bileyim başka şehirde sokaklarda dolaşırken burnunuza kızartma ya da yemek kokusu, kulağınıza hiç yoktan bebek ağlaması gelir de yalnızlık duygusunun yanından bile geçmek aklınıza gelmez ya, işte İtalya sokaklarında ne koku ne ses! Bu insanlar bir tarikatın parçasıymış gibi çıt çıkarmadan nerelere gidiyorlar hiç anlamadım doğrusu. Şanslıysanız bir tek haftasonları sokaktan geçerken evlerden gelen televizyon sesi kulağınızı doldurabilir. O da %99 maçtan gelen sestir ki o bile yeter iyi hissetmeye.
Perugia’ya ara vermemin hiç nedeni yokmuş çünkü söyleyeceğim bundan ibarettir. Başka ne anlatayım bilmem ki! Türk dönercisinden mi Lübnan dönerinden mi bahsedeyim? Nereye dönsen kebapçı dolu zaten. Bir de üniversite nedeniyle burda da çok fazla yabancı var. Komik olan şu ki kime birşey sorsanız yabancı çıkıyor. İtalya artık italyanlara ait değil sanırım. Bir tek televizyonda görebiliyoruz italyanları! Göçmen sorunu had safhaya çıkmış durumda.
Dönüş yolunda yine aynı yokuşun inişini denemeye karar verdim. Hay salak kafam! Dimdik bir iniş ve ıslak yerler. Kendime ne desem az ya burda söyleyip kulaklarınızı şey etmek istemem. Böyle yarı karanlık yarı aydınlık yolda kaya kaya, şimdi gittim, şimdi bittim diye diye istasyona kazasız belasız vardım neyse ki. Geç saatte Floransa’ya ulaşıp güzel de bir uyku çektikten sonra ertesi günü tamamen Floransa’ya ayırmaya karar vermiştim.
Sabah bavulu yine istasyondaki emanete bıraktım, ver elini Dominiken kilisesi Santa Maria Novella. Bu kilise hemen istasyonun karşısında. Gotik olmakla birlikte dış cephesi , kırmızı yeşil (porfir) mermerlerle yüzyıllar sonra inşa edilmiş bir kilise. Bu kiliseden yana şansım hiç gülmedi bilir misiniz? Birkaç yıl evvel Floransa’ya geldiğim vakit buranın yakınına dahi gelmek nasip olmamıştı. Şimdi kaç gündür Floransa’dayım, gel gör ki hep sırttan görüyorum kiliseyi, cephesi istasyona ters kalıyor. Zaten yok hostel bulacağım, yok uyuyacağım diye bir türlü ön tarafa geçememiştim bırakın içine girebilmeyi. Gene erkenden kalkıp yola koyulduğum için bu sefer kiliseyi açık yakalayamadım ama bakın başıma ne geldi; Kilisenin ön tarafındaki dış kapılar açık. Birine doğru yöneldim. İç kapının üstünde çekiniz yazıyor ama kapı kolu yok. Pes eder miyim hemen. Ne münasepet! Olmayan tırnağımla kurcaladım biraz. Yok, açılmıyor. Dışarda da çekik gözlü biri arkamdan yeltendi. Ben oralı olmadım, diğer kapıya yöneldim. Yine aynı şey; çekiniz ama kapı kolu yok. Aynı şey dedik ya! Yılmam. Kurcalıyorum. Arkama döndüm çekik gözlü daha da yaklaşmış. Kıza dönüp “Kapalı herhalde” dedim. “Öyle mi?” deyip bir de kendi denemek için yeltendi. Bu arada kapının üstünde sağa dönük bir ok koymuşlar. Kız hemen kapıyı yana doğru sürmeye çalıştı. Dedim ki kesin japon bu! Parantez açıyorum (Bilmiyorum farkında mısınız ama ben japon delisiyim. Her ne kadar burda çin delisiymişim gibi gözükse de her ikisini de sevmekle beraber japon, Japonya daha ağır basıyor. Böyle gezilerde japon turist grupları görünce “ah canlarımın içleri” vs gibisinden takılırım bir müddet yanlarında. Tabi fazla abartmadan...) Parantezi kapattım. Kızla birlikte dışarı yönelirken, gayri ihtiyari hiç sevmediğim muhabbeti “Memleket nire?” yi yapmış bulundum. Japonum deyince, başladım “bülbül” gibi japonca şakımaya! Ben türküm ama japonca öğreniyorum gibisinden birşeyler deyince kız da bana dönüp türkçe “Ben de Japonya’da üniversitede türkçe öğrendim” demesin mi? Biz orda, karşılıklı bir patladık ki anlatamam. Ben istedim bir göz oldu iki gözüm (!) (ya da bunun gibi birşeydi. Böyle deyişleri hayatım boyunca hiç adam gibi söyleyemedim ya ona yanarım). Bu esnada bir önceki gün tanıştığım italyan kız vardı ya Assisi de, işte onu bol bol anmış oldum sevgili okuyucu. Kumiko-chan’la tüm gün beraber gezdik. Bir insan bu kadar mı cana yakın ve sempatik olur yahu! Bir de ben biraz tuhafım (kötü anlamda tuhaftan bahsediyorum) ya beynen, kimi insan söylediğim şeyleri anlamaz pek, garip garip bakar suratıma, çok gelir başıma bu! Ama Kumiko-chan’la nasıl süper bir ikili olduk anlatamam. Karşılıklı ne dediysek kahkalardan öldük öldük dirildik. Bu arada türkçe japonca karışık konuşuyoruz ki yeni bir dil doğdu sanırım. Hoş ben hep yapıyorum bunu. Japonca ile türkçe’nin gramer yapısı benzediğinden bilmediğim kelime yerine türkçesini koyup hiçbir şey olmamış gibi konuşmama devam ederim , kime ne! Bir ara Kumiko-chan bana ne sordu beğenirsiniz? “Burda Pazar var mı biliyor musun?” Sanki gözümden Pazar uzmanı olduğumu anlamış gibi. Bendeki cevabı merak ediyor musunuz peki? (Şüphen mi var hala?) “Var var, hadi gidelim!” Yarabbi, günlerdir pazarın yanından geçiyorum ama ya yeni açılıyor ya da yeni kapanıyor olduğundan ben de pek uğrama fırsatını yakalayamamıştım. Bu esnada sabah saati olduğundan yeni yeni açılıyor standlar. Bununla ilgili de “Yahu bu insanlar nasıl para kazanıyor anlamıyorum doğrusu” gibisinden bir muhabbet çevirdik güle güle. (Şimdi demek ki işime gelince ben de pekala güzelce konuşabiliyor muşum değil mi?) Neyse ilgilenen olursa Pazar Via Faenza’da, dış cephesi olmayan San Lorenzo kilisesinin önünde kuruluyor ki burda aynı zamanda Floransa’nın kapalı sebze meyve pazarı bulunmakta. Cephesi (fasadı) olmayan ne demek diye soracak olan arkadaş varsa kısaca değineyim. Floransa’dan yola çıkacak olursak, kiliselerin bir çoğunun cephesi yüzyıllar sonra ekleniyor. Mesela Santa Maria Novella’nın inşası 1279’da başlayıp yaklaşık 60 yıl sonra bitmesine rağmen, gotik kilisenin cephesi 15.yy’da ekleniyor. Rönesans mimarisi yani. Üç büyüklerden bir diğeri Santa Croce keza aynen 13. yy’da inşa edilmesine rağmen mermer cephesi, 19.yy’a ait. Yani neo gotik tarzında.Duomo bunlardan biraz daha farklı. Her ne kadar kilisenin cephesi 19.yy’da eklenmiş ise de Duomo’nun tüm cephesi mermerle kaplı diğer kiliselerin aksine. Bu da Brunelleschi’nin inşa ettiği kubbesinin yanı sıra Duomo’yu özel kılan bir başka özelliği. Sorusu olan? Yok mu? Hiç olmaz zaten:) Neyse fazla didaktik olmayalım. Sevmem ben öyle... (Kilise fotoları üstten aşağı sırasıyla Santa Maria Novella, Santa Croce, cephesiz San Lorenzo)
İşte Kumiko-chan’la yürüye yürüye, Duomo’nun karşı kıyısına, Michelangelo Tepesi’ne çıktık. Yalnız öyle bir yol yürümüşüz ki sanırsın Çin Seddi. (Fotoya bakınız).
Biraz orda biraz burda takılalım derken acıkıp bir de ravioli ve salata patlattık Enoteca’lardan birinde. Kumiko-chan Japonya’da türk-japon restoranında çalışıyormuş. Dolayısıyla yemek işinden anlıyor, bu Enoteca da onun rehberinde çok övülmüş. Yoksa ben anlamam yemekten falan, damak tadım da yoktur hiç. Öyle, önce gözüm sonra karnım doysun havasındayımdır hep bilen bilir. Ravioli yerken bi mantı muhabbeti açıldı ohh da ben zeytinli açma yemek istiyorum bir an önce. Ne alaka di mi? Sanki Floransa’nın piri olmuşum, haberim yok. Floransa’da ahşaptan süs eşyaları yapan bir yer var Bartolucci adında. Burdan daha önce yeğenim için birşeyler almıştım. Kumiko-chan’la da beraber girdik. Ben yine yeğenlerime çalışırken, baktım Kumiko-chan da aynen yeğenlerine alıyor. Nedir bu yeğenlerden çektiğimiz yahu. Şaka bir tarafa en güzeli yeğen! Doğurmayın! Kardeşlerinize doğurtun! Sorumluluk sende değil ama çocuğun var gibi birşey. Bundan iyisi can sağlığı :))
Tren saatim yaklaşırken Kumiko-chan bana bir hediye verdi. Ben her zamanki gibi mahçup! Ya arkadaşlar yalvarıyorum beni mahçup edecek durumlarda bırakmayın ya! Odunum ben işte. Lütfen! Çok kötü hissettim kendimi. Tanıdığım her japon gibi (sanki çok tanıdığım var ya) Kumiko-chan da internet çok kullanmayan biriymiş. Dolayısıyla umarım mail atmayı başarır da o anki odunluğumu telafi edecek birşey yapabilirim. Sonra beni trene kadar uğurladı sağolsun. Eve dönüş yolunun son saatlerinde her zamanki gibi bitmek bilmeyen yola küfürler yağdırıp, türkçe japonca italyanca karışan dilimi düzeltme talimleri yaptım. Zaten son zamanlarda saldığım italyanca artık tamamen yok olmak üzere. Sabah ev sahibime hai hai deyip dururken suratındaki bakışı görmeliydiniz.
Floransa hakkında bir iki şey daha söyleyip çekiliyorum. Biri suyuyla ilgili. Suyunda acayip bir koku var. Sadece benim kaldığım hostelin musluklarından akan sudan kaynaklandığını sanırken, yemek yediğimiz yerde gelen suda da aynı koku vardı. Hemen ardından Kumiko-chan, aynen benim gibi sadece onun kaldığı otele mahsus birşey olduğunu sandığını söyledi ki böylece onaylanmış oldu. Bir de Toskana bölgesine has bir bisküvi çeşidi var ama ona ayrı bir blog açayım iyisi mi. Daha önce verdiğim tarifler çok tuttuğundan kelli, Dünya Nüfus Planlama İdaresi tarafından nüfus azaltıcı etkisi kanıtlanmış bu tarifi bekleyin anacım.
http://www.facebook.com/album.php?aid=15594&l=50f4a&id=1347115609

TESADÜFÜN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ YA DA KARINDEŞEN JACK BENİ ANDI

Bir önceki girdiden devam (Arkası yarın oldu mu olmadı bilmem valla);
Saat 22.00 sularında Floransa’ya varmış bulundum. Bu arada üç yaşındaki yeğenim aradı. “Tutu n’olur eve dön” diyor bana. Ama öyle bir deyişi var ki! “Şu an dönemem Minnoş’um” diyorum ama kime anlatıyorsun. “Çocuğun adı Minnoş muymuş? Ne biçim isim be” diyecek olanlar için kısaca anlatayım. Elbette adı Minnoş değil. Velakin yıllar önce ablamla birlikte ikamet ederken yolda gördüğüm her kediye sarkıp” seni eve götüreyim mi” yollu yaklaşımlara ablam her seferinde “Mimkin deel” şeklinde yaklaştığı içün ben de ablamdan intikamımı çocuğuna kedi ismi vererek alma yoluna gitmiş idim. Zira dilime öyle bir yerleşti ki şimdi ara ara ismini soran olursa şöyle bir müddet düşünüp öyle cevap vermekteyim. Şu an “Annene Godzilla de yavrum” diye çocuğu aşlayarak intikamımı almaya çalışıyorum amma bizim minnoş çok bağımsız, öyle kimsenin dediğini yapacak bir tip değil. Buna küçükken bir samuray sama deyip güldürüşüm vardı emme bu başka bir yazı konusu olur herhalde... Sonunda- çok ayıp biliyorum ama- “Minnoş’um ben şimdi sana oyuncak alıyorum hemen dönemem ki” dedim de hemen ses tonunu değiştirip “Tamam” dedi ve telefonu kapattı. Ben böyle şey görmedim ya! Tööbe tööbe. Bilmiş şey. Yalan da sayılmaz hani oyuncak alma meselesi. Yeğenlere çalışıyorum valla billa. İliğimi kuruttular be! Neyse biz dönelim Floransa’ya...
İlk iş nedir? Hostel bulmak. Yine birkaç alternatif yazmış idim. En favori olanından başladım aramaya. Bu arada elimde harita yok. Aslında var da benim tuğla rehber bavulda. Bavul da çıfıt çarşısı, dolayısıyla açmamak en iyisi. Zaten koca koca harita tabelaları oluyor tarihi kentlerde dolayısıyla hiç dert değil. Şöyle bir göz gezdirip buluyorum sokağı. Haydi bakalım. Via 27 Aprile’de, tren istasyonundan 15 dakika yürüme mesafesinde bulunan, ismen de Youth Hostel olan bu hostel yavrusunun da içinde bulunduğu sokakta yeni ve eski numaralar birbirine karışmış, beni mehter gibi bir ileri bir geri yürütüp durdu. Sonunda buldum ama. Burası da aynen tek bir koridorun etrafında sıralanmış odalardan ibaret. Yalnız odaların asma katları var yani biraz daha havadar denilebilir. Resepsiyondaki göçmen genç insan bana yalnızca bir gecelik yer olduğunu söylüyor ve direk asma kata çıkarıyor. İlginç bir oda, yerler ahşap ve banyo içerde. Yani ilk artılar. Yalnız kız erkek karışık dolayısıyla tavuk gibi uyuyan bendeniz için hiç ideal deel. Neden derseniz her biri ayrı milletten olan bu gençler çenelerine kuvvet Avustralya aksanından girip, İrlanda teröründen çıktıkları için bir müddet ahşap tavandaki buzlu camdan gecenin karanlığını izlemek zorunda kaldım. Sonra gecenin hangi yarısı geldiğini hatırlamadığım yandaki yatakta uyuyan insanoğlu horlayıp, arada bir küfretmek suretiyle rüyasında konuştuğundan delik deşik uyumama vesile oldu denebilir. Neyse sabah yan sokaktaki başka hostele yollandım ben de. Tesadüf zincirinin başladığı yer olan Hotel Sampaoli’de iki gece için rezervasyon yaptırmak için pasaportumu çıkardım ki resepsiyondaki kadın “Türksün” dedi türkçe. “Evet” ayrıyeten “doğru ve gerçekten çalışkanım (!) “ dedim. Kadın Azeri’ymiş. Bana bi kıyak geçti anlatamam. İlk gece 4-5 kişilik oda parasıyla tek kişilik oda da kaldım. Burası iyi hoş da banyo dışarda maalesef. Bir de kahvaltı var mı yok mu bilmiyorum öneri isteyen arkadaş. Zira ben sabahın köründe kalkıp yola düştüğüm için kahvaltı beni çok ilgilendirmiyor doğrusu. Sonuçta bulurum bir yerden bir sandviç, hapur hupur yerim. Banyo da keza öyle. Çünkü erken yatıp erken kalktığım için o saatlerde kimsecikler meşgul etmiyor banyoyu. Dolayısıyla ballı bi insanım vesselam. Tabi bir hostelden ne beklediğin önemli. Benim gibi yaşlı hissediyor ve tek derdin gezmek, akşama da güzel bir uyku çekmekse kalacağın hostel ayrı, yok daha gencim güzelim, alemler beni bekler, yeni arkadaşlar da edineyim dersen gideceğin hostel ayrıdır. Zira ikinci gruptansan Roma’da bahsettiğim hostel tam sana göre. Eğlen çocuğum güzel güzel, birşey diyen yok...
Bavulu bırakıp hostelden çıkarken resepsiyondaki kadın bana “Hoş günün olsun” dedi. Kendi dilinde konuşmak ne güzeldir bilir misin sen?
Şimdi ben hostelden çıktım ama siz Floransa’yı anlatacağımı bekliyorsunuz herhalde (Hala adam gibi birşeyler bekliyorsun ya pes doğrusu, azimlisin genç!) Ama ben sizi başka bir yere götürüyorum. Yeniden trene atlıyor ve 1 saat mesafedeki kuleler kenti San Gimignano’ya gidiyoruz. Gidebildik mi hemen? Yok anam nerde! Trenle Poggibonsi denen küçük bir kasabada indim. Çünkü San Gimignano’ya gidebilmek için burdan otobüse binmem lazım. Otobüse de 1 saat var daha. Neyse bu minik kasabayı da gezmiş bulunduk. Çevre iller gibi bunun da güzel sokakları, şirin evleri var. Oh! Gözüm gönlüm açıldı ama bir de hava açılsa. Meret şıpır şıpır yağıyor. Yılmam ben yağmurdan kolay kolay! İşte böylece vardık San Gimignano’ya. Surlar içinde taştan bir kent! Öyle etkileyici ki anlatamam. Cumalıkızık ya da Şirince’nin taş versiyonu. Hele yağmur altında, anlatılmaz! Müthiş! Bu arada şemsiyemi açtım, katibim misali omzuma yerleştirip fotoğraf çekiyorum, bir yandan da Allahtan rüzgar yok diyorum kendi kendime. Sen misin bunu diyen! Şom ağzımı kanıtlamak istercesine yarım saat sonra rüzgar çıktı. Biraz uçarak, biraz kuytulara sığınarak, ellerim bol bol donarak yılmadan yoluma devam ettim. Bu kent kuleleriyle ünlü demiştim ya niye var bu kuleler? 12-13.yy’ın gökdelenleri bunlar. Para bende diyen her cebi dolunun yaptırdığı bu kulelerden yalnızca açık olan bir tanesine dahi tırmanmayı gözüm yemedi ne yalan söyleyeyim. Zira sol ayak beni dürterken, “çalışırken çıktığım minarelere say” diye içimden geçirip (Hocadan daha çok çıkmışımdır minarelere bak, yalansa çirkin oliim :P) yine böyle yandan yandan kent içerisinde dolaşmaya devam ettim. Sokaklardaki tek insan benim gibi üç beş turistten ibaretti. Ki bu turistlerden çinli olanın şemsiyesinde Doraemon var idi. Hafifçe adama yaklaşıp “Şemsiyenizde Doraemon var, alabilir miyim? Doraemon koleksiyonum var da” dedim ama garip garip bakıp çoluk çocuğunu önüne katarak uzaklaştı. Halbusu versen nolur yani! Senin ülkende bunlardan çok yok mu? Var! Ee daha ne? Hayal kırıklığı karnımı acıktırmıştı ki bir mantarlı pizza yemişim afiyet olsun bana. Hiç gözünüz kalmasın . Keza her ne kadar pizza İtalya’da doğmuş ise de bizim Türkiye’de yediğimiz pizza zannımca amerikan stilidir ve daha bol malzemeli ve daha lezzetlidir. Yine de atmış olmayayım ama hissiyatım bu yöndedir. Bu arada şöyle bir geçtim ama 12-13.yy’a ait bir kentten söz ediyoruz bilmiyorum farkında mısınız? Bu ne korumacılıktır anlamış değilim. Böyle durumlarda aklıma Türkiye geliyor ve ağlamak istiyorum sayın okuyucu ama ağlamaktan ziyade başka şeyler yapmanın vakti çoktan geldi de geçiyor. Hava kararırken trenle gerisin geri Floransa’ya dönüyorum.
Niye Floransa’ya karşı bu kadar vurdumduymazsın diyen okuyucuya burayı da daha önce yalap şap gördüğümü söylemek isterim . Dolayısıyla yine şurayı görmeliyim, buraya gitmeliyim gibi bir derdim yok. Öyle “harita-free” geziyorum mis gibi. Böyle saldım çayıra mevlam kayıra vaziyetinde gezerken yolun karşısında bir müze gördüm; SERİ KATİL MÜZESİ ‘ndeki “Seri katiller ve ölüm cezası” adlı sergi önce cama yapışmama sonra da istemdışı olarak içeri girmeme neden oldu bittabi. Giriş parasını söylemeyeceğim ama Uffizzi’den pahalı yani! Siz düşünün artık...(Benden bi b*k olmaz diyorum işte). Serginin ana temasını oluşturan seri katiller (tarih sırasına göre Gilles de Rais, Elizabeth Bathory, Jack The Ripper, Kriminolojinin babası Cesare Lombroso, Rus seri katil Andrej Chikatilo, ünlü amerikalılar Ted Bundy, John Wayne Gacy, Ed Gein ve Charles Manson) balmumu heykelleri ile her birine has hazırlanmış ortamlarda konuşlanmışken, siz de seri katilin cinayet yöntemleri hakkında sesli olarak bilgi alıyorsunuz. Bir tek Karındeşen Jack’in ortamında korktum. Had safhada loş bir alanda yerde bağırsakları dışarı çıkmış yatan bir fahişe var. Duvarda Karındeşen’in meşhur sokak lambası altındaki sırtı dönük pelerinli hali. Postere baktıktan sonra şöyle hafif ilerledim ki, hi! (Çok afedersiniz) Eşşoğlueşşek, az ilerde durmuyor mu? Hem de aynen posterdeki gibi arkası dönük. Ama öyle heybetli ki elinde çantasıyla. Yandan bakınca loş ışık sol yanağının bir kısmının görünmesini sağlamış ama... Bir ödüm koptu anlatamam. Ama bakmaktan da kendimi alamıyorum tabi. Neyse küçük bir bölümde de iğne ile ölüm, gaz odası ve elektrikli sandalye koymuşlar. İsteyen otursun valla ben bilmem. (İnternet sitesi için başlığa tıklayınız). Yaklaşık bir buçuk, iki saat sonra dışarı çıktım. Bu esnada üstüme acayip bir neşe geldi nedeni belli belirsiz (!). Aa nasıl eğleniyorum anlatamam. Akşam iş çıkış saati, herkesin evlere yöneldiği saatler. Sokaklar yağan yağmurla pırıl pırıl, insanlarla capcanlı. Biraz önce güzel bir sergi gezmişim. Aldım makineyi elime, hoyratça basıyorum deklanşöre. Bi b*k çekemedim gene ayıptır söylemesi. Saçmalayıp durmuşum. Biraz kubbesi ve birbirinden nadide rönesans insanları ile ünlü Duomo’nun orda, biraz Medici Ailesi’ne ait Palazzo Vecchio’nun ve Uffizzi Galerisi’nin yakınında, sokaklar yavaş yavaş tenhalaşırken, zaman geçirip, Ponte Vecchio (eski köprü)dan karşı kıyıya uzanıp Pitti Sarayı’nın civarına vardım. Bu arada Palazzo Vecchio’nun önündeki Michelangelo’ya ait Davud heykelinin kopyasını (!) da bakıma almışlar. Bir kez daha yollar tamamen ıssızlaşmış, yağmurda iyiden iyiye ağırlığını arttırmışken hostele doğru yürümeye koyulmuştum.
Şu aralar İstanbul’da olduğu gibi İtalya’da da hummalı bir restorasyon çalışması var. Nereye gitsem birçok anıt çepeçevre iskelelerle sarılmış vaziyette. Keza Duomo’nun mihrap (!) cephesinde de almış başını yukarılara doğru gitmiş bir iskele mevcut. Uffizzi’nin bir kısmında da çalışma var. Var oğlu var sizin anlayacağınız. Nerden nereye. Dur devam ediyorum.
Ertesi sabah, yine sabahın köründe kalktım. Bu sefer istikametim Assisi ve Perugia. Aslında Floransa’dan ters kalıyor Umbria Bölgesi’nin bu iki nadide kenti. Ama benim aklım hep sonradan çalıştığı için Roma’dan ayrıldıktan sonra geldi buralara de gitmek! Önce Assisi’yi görelim. 2,5 saatlik tren yolculuğu sonrası Aziz Fransis (Francesco)’in kentini. Assisi de duvarlar içerisine kurulmuş bir taş kent. Buraya varmak için tren istasyonundan itibaren yalan olmasın ama bir 40 dakika yürüyorsunuz. Şimdi, izlemem gereken yolu çıkardım ama “Ulan otobüse mi binseydim acaba” diye geçiriyorum içimden. Hiç yürümek güzeldir mavalını okuma valla. 25 yaşımdan sonra bana bi haller oldu. Deli gibi yürüyen beni, annemin deyişiyle k*çım artık çekmez oldu. Evet henüz ölmüş değilim ama bana zaman kazandıracak herşeyi de kullanmaktan yanayım. Ben böyle durmuş düşünürken önümde bir müddettir seyreden kız bana dönüp, “Assisi’ye bu yoldan mı gidiliyor?” diye sordu. “Emin değilim ama ben de oraya gidiyorum, sanırım bu yol” dedim. “A! O zaman birlikte gidelim” dedi. Dedik ya çene seyahati yapıyorum diye. Ama çok tatlı kız çıktı vallahi. Daha 21 yaşında, şu an biraz anını yaşamakla meşgul, o şehir senin bu şehir benim gezen italyan bir kızcağız. Kendini bu yaşta güzel birşeye adamış, Brezilya’daki kimsesiz çocuklara. Brezilya ne alaka diye sordum tabi . Ot değiliz ya! Aslında küçüklüğünden beri Afrika’daki çocuklar için birşeyler yapmak istediğini ama tesadüfen gördüğü bir afiş sayesinde Brezilya’da da böylesi bir problem olduğunu farketmiş ve kendini o yöne kanalize etmiş. Portekizce öğrenmiş, iki ay orda kalmış, şimdi yeniden gidebilmek için fırsat kolluyormuş. İnançlı da bir kızcağız, dua etmeye de gelmiş Assisi’ye. Benim için rahibe, dua edebilir mi kilisede diye sormuş ben farkında olmadan, rahip de tabi ki demiş. Oturdu biraz dua etti. Ben de aylak aylak Giotto’nun, Lorenzetti’nin freskolarını seyrettim. Aziz Fransis’in kriptasına indim, üst kiliseye çıktım. Bazilikanın yapımına 1228 yılında başlanıyor. Kaç yılında bittiğini kitaplar bilir ama beni zerre kadar ilgilendirmiyor doğrusu. Gotik kilisenin mimarisi de duvarlarını kaplayan freskoları da muhteşem. Aziz Fransis’in maldan, paradan yoksun yaşantısının izleri mimariyi de etkilemiş (mi?). Aziz Fransis, aslında çok zengin bir ailenin evladıyken tüm bu varlığı elinin tersi ile itip, hayatını tamamen yoksullara ve hastalara adamış bir aziz. Assisi’nin girişine varan yolda İtalya’nın, hatta Amerika’nın çeşitli yerlerinden gelen insanların isimleri döşeme taşlarının üzerini süslüyor. Uzun zaman içeride kaldıktan sonra dışarı çıkıp kentin içine doğru yürümeye başladık. Bu arada, bana dönüp kilisenin içindeyken Brezilyalı turistlerin kendisine birşey sorduğunu bunun da kesinlikle bir işaret olduğunu söyledi ki inanır gibi yapıp kafamı şöyle hafifçe yamultmaktan başka şey yapamadım. Lakin ertesi gün başıma gelecek şey, bu italyan kızı bol bol anmama vesile olacaktı. Kendisi kenti tepeden seyredebilmek için yukarı doğru tırmanırken ben, vedalaşarak, Perugia’ya gitmek için çoktan aşağı inmeye başlamıştım.
ARKASI YARIN: JAPONCA KONUŞAN BİR TÜRK VE TÜRKÇE KONUŞAN BİR JAPON KARŞILAŞIRSA!
http://www.facebook.com/album.php?aid=15528&l=8e32f&id=1347115609
http://www.facebook.com/album.php?aid=15529&l=f70f1&id=1347115609
http://www.facebook.com/album.php?aid=15530&l=1ad1a&id=1347115609

5.2.09

YAMALI KÖPRÜNÜN ALTINDAN AKAN YEŞİL SULAR

Geçen Cuma gece yarısı, tüm gençler en kokoş kıyafetleri içinde alemlere akarken, ben, bir kere daha, tek başıma, (olmayan) pardesümün eteklerini (olmayan) rüzgarda savura savura Roma’ya gitmek üzere tren istasyonuna doğru yola koyulmuş idim. Kendi yıldız tarihim açısından oldukça ilginç bir seyahat olduğunu söylemeliyim. Tüm seyahat boyunca sürekli birileriyle konuştum. Ne zaman şunu yapamıyorum bunu yapamıyorum desem, bir çeşit nazar değmesi gibi şu ya da o şeyi yapmak zorunda kalırım ya da başıma gelir. Hemen neden bahsediyor bu dediniz di mi? Demem o ki konuşmaktan çok da haz almayan ve bir kaç gün evvel bununla ilgili geyik yapan bendeniz, bu seyahat boyunca insanlarla konuşmaktan nerdeyse şehirleri gezememe boyutuna geldim. İnanması güç ama... Herşey tren saatini beklerken başladı. Çektiği aşk acısından (!) kendini yollara vurmuş berduşla ilk konuşma. Sarhoş ağzında gevelediği italyancasıyla birşeyler sorup, benden “Hö? Anlamadım” cevabını alınca “Fransız mısın? (!)” sorusu ardından geldi. “Ne münasebet!” Tarkan edasıyla “Halis Mulis Türk’üm” deyince “Hiç Türk’e benzemiyorsun” cevabı da peşinden intikal etti. “Türkler daha esmer olur diye bilirim” deyiverdi. Klasik olarak içimden bir öf çekerek “O da var o da var” diyerek konuşmayı kısa yoldan kesmeye çalıştım ama bana mısın demiyor abim hababam anlatıyor; yok tren burdan mı kalkacakmış, bu saatte tren olur muymuş, sigaram var mıymış vs. vs. Sonunda sigaram yok didim de sigara aramak üzere gecenin sisinde gözden kayboldu. Bir daha da görmedim kendisini. Neyse, trende oturdum. Kompartmana biri girdi. “1 saat sonra ineceğim biraz konuşalım mı vakit geçer” dedi. Ben bu arada kafamı yukarı kaldırmış “Hey Allah’ım”diye içimden yavaş yavaş saymaya başladım. Ne sayıyorsun diye soruyor musunuz bir de! Neyse bu abi, siz nasıl diyor, sempatik çıktı. Buna da bir şekilde Türk olduğumu söyleyince ilk sorusu ”Sizin memlekette müslümanlarla hristiyanlar eşit sayı da mı?” oldu. Kendisine gerçekleri tüm çıplaklığıyla açıkladıktan sonra, sicilyalı olduğunu, Sicilyalıların kafalarının diğer italyanlardan farklı olarak arap mentalisiyle çalıştığını ekledi (Bu arada biz arap değiliz diyeceğim ama boşver...). Zaten Sicilyalı’ların kendilerine mahsus bir dilleri var, iki cümle söyledi valla böyle bakakaldım ne diyor diye. Daha önce birilerinden Sicilyalıların italyancaları ile ilgili birşeyler duymuştum ama dinlemek bambaşka birşeymiş. Bir de yine dinle ilgili, siz bir tek Allah’a inanıyorsunuz bizdeyse sürüsüne bereket inanacak kişi var deyip güldürdü. Sonra ben ölüm suskunluğuna geçince kendisi de hafiften uyku moduna geçti. İneceği yerde uyandırmasam horul horul uyumaya devam ediyordu valla. Gece 3 suları. Donuyorum. Allahım niye bu kadar soğuk bu kompartman diyorum ama cevap yok doğal olarak. Şöyle bir dışarı çıktım. O da ne! Bulunduğum vagondaki tüm kompartmanlar boş! Hayda! Diğer vagonun kapısını bir açtım, püfür püfür sıcak esiyor. Bu arada içimdeki ses durur mu! Başladı küfretmeye tabi. Millet kapamış kapıları, çekmiş perdeleri, horuldayarak uyuyor. Görünen o ki tek enayi benim. Geçtim o tarafa. Uyuyamıyorum ya! Öyle kafamı döndürüp duruyorum. Bu arada ertesi güne iş çıkarmak için ayaklar dondu tabi. Sabah oldu kompartmandaki amca da uyandı. “Ne zaman girdiniz kompartmana hiç duymadım” dedi. Bilmiyor tabi benim ninja olduğumu. Ah öyle mi... falan dedim geçiştirdim. Benim kafa öteki tarafta amcadan yana bakmıyor yalnız. Bu arada birşeyler sorup yabancı olduğuma dair duyumlar alınca ahret sorusu “Memleket nire?” de peşinden geliverdi. Ben gene silkinip kös kös “Türkiye” deyince ağlamaklı ağlamaklı, “Kürt meselesi ne alemde? diye sordu. Ay bu sefer ağlıcam ama yani. Uyumamışım, donmuşum, açım ve bir trende “kaçınılmaz” sorulardan biriyle başbaşayım. Ben kendimce bişeyler söyledim. O da öyle mi öyle mi deyip durdu. Gazetelerde vs. bu durumla ilgili birşeyler okuduğunu ama asıl olayın ne olduğunu hiç anlamadığını söyledi. Bizde de sorun aynı değil mi zaten? Onca gazete var. Ama hiçbir b*k anlamamanız için bir sürü gereksiz şey yazarak olayları geçiştiriyorlar. Neyse, benim kafa bu sefer 90 derece döndü, sağa bakıyor. “Avrupa Birliği peki ?”dedi. Sanırsın uluslararası kongreye gelmişim. “Bi b*k olmaz amca” dedim “Avrupa Birliği’nden”. “Avrupa açısından iyi olur bence” dedi. Şöyle biraz şüpheyle baktım. Kafam bu defa 110 derece döndü. Klasik geyik konusu geliyor; ne iş yapıyorsun? Mimarım deyince “benim kızım da mimar”dan girdi, nerden çıktı hatırlamıyorum. En son, bana son olarak sorması çok saçma gelen bir soru sordu; “Türkiye’de hristiyanlar ve müslümanlar eşit sayıda mı?” diye. Müslüman fazla deyince “O zaman Avrupa Birliği zor” dedi, “Ha şunu bileydin” dedim de birlikte güldük. Bu esnada bol konuşmalı bir yolculuktan sonra tren de Roma’ya varmış, beni bir kere daha, yeşil yeşil akan Tiber Nehri’nin ikiye ayırdığı harikulade şehrin göbeğine bırakmıştı.
İlk defa sırt çantası yerine bavulumu aldığım bu seyahatte ilk işim elbette ki hosteli bulmak. Herşeyi içine doldurmak suretiyle zaten kambur duran sırtımı daha fazla yere yaklaştırmak istemediğimden kelli bu sefer sırt çantası almadım. Ama ne yalan söyleyeyim pişmanım. Zira ezelden beri erkek gibi herşeyi ceplerime doluşturan ben, sırf fotoğraf makinesini koymak için(eh yaş ilerliyor, biraz da kız gibi davranabilmek adına) yanıma aldığım “kız” çantasına da ne bulduysam doldurduğum için sırt çantası almamak pek akıllıca olmadı bu durumda tabi. Neyse... Yürüyorum yürüyorum, sokağı buldum nihayetinde ama ilk izlenim kötü. Ahanda adını da yazıyorum; Via Urbana sokağında Ivanhoe Hostel’i. Hostel ararken http://www.hostelworld.com/ sitesini kullanıyorum. Bu sitede de genelde güzel şeyler söylemişler bu hostel hakkında ya, neremle okuduysam artık...Hostel 50 numarada ama numaralar karışık. Hay eşeğin kulağı. Bir ileri bir geri gidiyorum. Baktım 50 numara ama ne isim var ne tabela! Girdim, çıktım yukarı. Neyse kapısında var tabela. Açtım kapıyı. Böyle upuzun bir koridor, sağlı sollu odalar, cıbıldak insanlar, resepsiyon namına kapı arkasına yerleştirilmiş ince uzun bir ahşap parçası, uyuzun önde gideni, gençten bir resepsiyonist. O esnada türk kızlar da kayıt yaptırıyorlardı. Şöyle bir merhabalaştık. Kendimi son dönemlerde iyice saldığım için ne rezervasyon yaptırıyorum ne birşey. Çat kapı gidiyorum valla her yere. Zaten en kötü ne olabilir ki? Yer var mı? Var. Kız odası var mı? Yok, dedi. Şimdi kız erkek farketmez de, daha önceki deneyimlerinden bildiğimden dolayı gece boyunca konuşan ve horlayan tipler istemiyorum çok afedersiniz! Fiyatı sordum 15 gayme. İnternette 12.90 euro yazıyor ama. Biraz durdum...Elinin körü dedim, ben başka yer arayayım biraz, olmazsa dönerim buraya. Çıktım dışarı. Elimde başka bir hostel adresi daha var aynı sokakta ama Allah bilir nerde! Hay eşeğin ikinci kulağı dedim, döndüm dolaştım gene aynı hostele kös kös kayıt yaptırdım. Amacım iki gece kalmaktı Roma’da ama günün ilerleyen saatlerinde fikrimi bir geceye indirecek ve Napoli gezimi de iptal etmek zorunda kalacaktım.
Gelelim Roma’ya. Her zamanki gibi ağırlıklı olarak turizm yazısı isteyen arkadaşa, “Canım kardeşim internet bu konuda derya deniz. Buyur ordan yak” der ben dipsiz geyiğime geri dönerim.
Ne yalan söyleyeyim, gezi planımı yaparken aklımda hiçbir şey yoktu. Yani orayı görmeliyim, şuraya gitmeliyim diye. Tek amacım aylak aylak dolaşmaktan ibaretti. Bunda biraz, daha önce Roma’yı şöyle bir görmüş olmamın da etkisi var tabi yalan olmasın. Neyse hostelin tek artısı Kolezyum’a yakın olasından dolayı ilk istikametim olarak ayaklarım orayı seçti. Gene insan yığını, gene insan yığını, ama yaz mevsimindeki kadar çok değil. Roma’nın ilk kurulduğu yer olan kolezyum’un karşısındaki Palatine tepesi bana göz kırptı, gel bir gez beni yahu dedi. Kıramadım girmiş bulundum. Burda alınan biletle bu tepeyi, yanındaki Forum Romanum’u, küçük arkeoloji müzesini ve kolezyum’u gezebiliyorsunuz. Şansıma hava güzel ama benim hava fotoğraf çekme modunda değil pek. Çekiyorum yanlış anlaşılmasın da o an niye çektiğimi bilmiyorum. Öyle salak salak basıyor deklanşöre parmağım. Parmak deyince bak ne anlatayım; benim sol ayağım biraz nane molladır söylemesi ayıp. Vücudumdan ayrı olarak çalışır, olur olmadık anlarda burkulur, kendi kendine acayip şeyler yapar. En son Barselona seyahetim sırasında bir de buna sol ayağımın küçük parmağı da eklendi. Bu garibim de bağlı bulunduğu birimden etkilenmiş olacak kendi başına nur topu gibi nasır yapıyor, sonra düzeliyor, sonra kızarıyor, şişiyor, arada bir normale dönüyor, velhasılı kelam özgürlüğünün tadını çıkarıyor. Özgürlüğüne karşı değilim ama vardır ya lise kompozisyonlarının gözünü sevdiğim en güzel konularından “benim özgürlüğümün başladığı yerde seninki biter”, işte o hesap! Ben de müdahale etmeye çalışyorum ama bana mısın demiyor hayta. Ne diyecektim ben? Hmm.. Evet işte, Roma’dan sonra da bu sefer sol elimin küçük parmağı aynı şeyleri yapmaya başladı. Demem o ki, ben kendimden korkar oldum. Yarın bi gün çatırt diye parçalınıp tüm uzuvlarım ayrı bir yöne giderse şaşırmam yani. Nerde kalmış idik? Kolezyum’a girdim, çıktım, ardından elimi çantama attım ki suyum yok. Tüü! Olmaz tabi, bavulda bıraktım ya! Ya anam öy ya! Öy ki öy! Turistik büfeler var ya! Onlardan birine yaklaştım. Göz göre göre kazıklanacağız n’apalım. En fazla 1.5 euro’dur diyorum içimden. Satıcı ne dese beğenirsiniz! “2 öro” oha “Altın suyumu satıyon amca, almıyom” dedim. Göçmenmiş, kendi dilinde bişeyler söyledi. Ben de kendi dilimde “aynen iade ediyom deve dikeni” deyip, yalana yalana market bulma umuduyla istikametimi Trevi Çeşmesi’ne çevirdim. Artık pes etmek üzereydim ki market bana göz kırptı ve böylece yaklaşık sekizde biri fiyatına suya kavuşmuş oldum. Trevi aynı yerinde duruyor insan kalabalığı ile birlikte. Çeşmeye para atanlar, fotoğraf çektirenler, durduğu yerden etrafı kesenler, heykel adamlar, bu sefer, ses çıkaran köpük makinesi satan filipinli abiler hepiciği yerli yerinde. Usulca yönümü 2000 yıllık Pantheon’a çevirirken, kalabalıktan sıyrılıp ara sokaklara dalmanın keyfini yaşıyorum. Böyle dolana dolana Tiber Nehri’ni geçip kendimi karşı kıyıda Castello Sant’Angelo önünde buluverdim. Şansıma havanın güzel olduğundan bahsetmiş miydim? Nehrin karşı kıyısına geçtiğimde güneş batmak üzere gökyüzünün bir kısmını turuncuya boyarken, diğer kısmını yağmur bulutları mavi-gri karışımı renkleriyle çoktan ele geçirmeye başlamışlardı. Hazır gelmişken hep beraber Vatikan’a yollanalım, ardından da, Dario Argento’nun Profondo Rosso (Deep Red) filminden esinlenen bir ıvır zıvır dünyası kitap-dvd dükkanına bir göz atalım. Efenim sahiplerinin Dario Argento manyağı olduğunu ister istemez farkettiğimiz bu dükkanda vitrinden ne kadar seçebiliyorsunuz bilmiyorum ama korku sineması üzerine kitaplar, dvd’ler, türün ilgi çekici oyuncukları, dedik ya ıvır zıvırları kazıklanmak isteyen müşteri için mevcut. Ayrıyeten içinde bir de Dario Argento’nun filmlerinde kullandığı eşyaların segilendiği minik bir müze var imiş ama ben giremedim. Dvd fiyatları 18 euro etrafında gezerken ertesi gün Roma’nın en büyük pazarında bu dvdlerden birkaçını 3 euro’ya bulacak “Ulan hayatımda ilk defa kazıklanmadım be” diyerek içimde ufak bir sevinç patlaması da yaşayacaktım. Akşam hostelde küçücük bir odanın dört duvarına hizalanmış ranzanın her zamanki gibi alt katında kalıp, sabaha pılımı pırtımı toplayıp, boşver şimdi Napoli’yi falan diyerek, Roma gezimi 2 güne indirdim. Bavulumu, o gün tren istasyonunda emanete bırakıp kendimi yine yeşil nehrin karşı kıyısındaki Porta Portese pazarına atıverdim.


Pazar Uzmanınız Ninja Tuğba Porta Portese Roma Pazarı’ndan bildiriyor;
Allaa Allaa! Ne işim var benim pazarda, hiç bilmiyorum doğrusu. Elbette pazara giderim ama öyle bir düşkünlüğüm falan yoktur! Nerden çıktı bu Pazar sevdası bende bilmem. Herneyse... Roma’nın en büyük pazarı olan Porta Portese, Pazar günleri aynı adlı bölgede kuruluyor. Porta Portese aynı zamanda tarihi sur kapılarından biri. Bu kapının içerisinde metrelerce uzunlukta kurulan, ben mi göremedim bilmiyorum ama sebze meyveden ziyade kılık kıyafet, kap kacak, ıvır zıvır satılan eğlenceli bir Pazar. Üstelik İtalya’da şu ana kadar gezdiğim yerler içinde bulabildiğim en ucuz dvd satılan yer olması dolayısıyla da güzide. Benim aldığım filmler açısından güzide de, bu filmler, size birşey ifade eder mi, işte ondan pek emin değilim. Misal filmlerden biri “3 Supermen contro il padrino” türkçesiyle “Süpermenler” olarak bilinen, Cüneyt Arkın’ın arz-ı endam ettiği, italyan-türk ortak yapımı nadide bir film, bir diğeri “3 supermen a Tokyo” (3 süpermen Tokyo’da) ve “3 Supermen a Cina” yani 3 Süpermen Çin’de! Pazarla ilgili bir diğer şey de 1 eurocular. Aynı bizim 1 liracılarımız gibi “gel abla gel, herşey 1 euro” diye bağıran bu satıcılardan birinin sesini kaydedebilmek için standa yaklaştım. Velakin fotoğraf makinemi görünce ingizlice konuşmaya başladı hayta. Ya kardeşim italyanca konuş diyorum bana mısın demiyor. Bunlar da foto makinesi görünce direk turist muamelesi yapıyor bizimkiler gibi. Az çene çalmadım zamanında İstanbul sokaklarında ya...
İşte böyle. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm ve yine yürüdüm. Akşam olup da Floransa’ya gitmek üzere trene bindiğim vakit, sol ayağımın küçük parmağı zonklama sinyalleri veriyor, acısını dindirmek için seyretmeye çalıştığım Ninja The Final Duel adlı film de kar etmiyordu.

Arkası yarın; TESADÜFÜN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ YA DA KARINDEŞEN JACK BENİ ANDI
Fotolar için: http://www.facebook.com/album.php?aid=15496&l=cadc7&id=1347115609

23.1.09

DİKKAT MESAİ SAATLERİ İÇİNDE GREV YAPILIR, GREVDEYKEN PSP OYNANIR

Bir aydan sonra kendimde yeniden gezmek için güç bulmuş, Pisa üzerinden Lucca, Floransa ve San Gimignano’ya geçmek için yollara düşmüştüm ki trene bindikten yaklaşık yarım saat sonra biletçi amca, biletimi deldikten hemen sonra bana şöyle bir bakıp, ‘Bugün grev var, tren Pisa’ya kadar gitmeyecek’ dedi. Olay bu sabah, birkaç saat önceye tekabul ediyor. Apar topar olmasa da saat 9 olmadan gerisin geri Genova’ya dönen tren bulmak umuduyla bir sonraki durakta indim. Grev’i 'genel' mesai saatleri içinde yaptıklarından dolayı sabah 9 ile akşam 5 arası çalışmıyorlar (Bu saatlerden önce ve sonra çalışıyorlar ama...Hiç çalışma, beni de yanıltma be kardeşim. Hakkını istemene birşey diyen yok ama... Ama da ama yani...). Giden bilet parama mı yanayım, sabahın köründe kalktığıma mı yanayım, ‘ulan iki gün internetten uzak kalırım ne güzel’ hissiyatıma mı yanayım bilemedim. Hata bende tabi ki. Haber alma kaynaklarını kontrol etmem gerekirdi. Sanıldığının aksine ve kendimin de büyük bir şaşkınlıkla karşıladığı üzre çok sinirlenmedim. Tek gıcık olduğum nokta “Bu işyerinde grev vardır” manalı bir pankart görememiş olmam. Büyütmenin anlamı yok (Kendimde hafiften bir Buda oluşumu gördüm. Kulak memelerim de biraz daha sarkarsa tam olacak.) Bugün olmazsa yarın olur be güzelim diyor asıl saçmalığıma geçiyorum. Az önce Pisa’ya gerçek olmasa da sanal yoldan gitmiş bulundum. Eski olmasına rağmen benim yeni oynama fırsatı bulduğum, Taito Legends Power up adlı, eski atari oyunlarını ‘Ne günlerdi be’ diyerek yad edmemize olanak veren bir Psp Geymisi sayesinde. Klasik oyunumuzun adı Baloon Bomber, yeni versiyonu ise Baloon Bomb 2005. Yeni versiyonundaki arka planlar İtalya’nın mutena kentlerini yanstıyor. Dolayısıyla gitmeye gerek kalmadı sanırım.
Aslında bir ‘aslında’ daha var. Baloon Bomb’u az önceye kadar oynamamıştım Psp’de. Çünkü eskiden beri başka bir oyuna takığım ben. The Legend of Kage’ye (Ninjalar tarafından kaçırılan Prensens Kirihime’yi kurtarmak için seferber olan iga ninjası Kage’nin kısa macerası. Kage bazen yapraklar arasında bir ateş parçası bulup alır ve transa geçip tüm ninjaları elma gibi ağaçtan döker ki en sevdiğim bölümdür). A ne göreyim! Hem eski hem de yeni versiyonu mevcut. Ama psp’deki eski versiyonu da atarideki versiyonundan çok ufak bir ayrıntıyla farklı. O da bendeki versiyondaki Prenses’i kaçıran ninjalar onu bir arabaya bindirmiyorlar, doğrudan kavradıkları gibi koltuk altında karpuz misali uçuruyorlardı (Yine de biraz atma payı vermiş olabilirim kendime). En sevdiğim kalıp olan ‘İşte böyle...’ diyerek yaşlı teyzelerin arasına karışmak için bu nadide günde, Cuma Pazarı’na doğru yol alıyorum efendim. Gelecek oyunlarda buluşmak dileğiyle diyelim:)

22.1.09

MILANO SİNEMA MÜZESİ

Sosyal oluşum düşmanı, gereksiz geziler fatihi, ultra kahraman(!) kırıntısı arkadaşınız bugün tek başına minicik bir müzeyi ziyaret ediyor; Milano Sinema Müzesi’ni. İsteyen peşime takılabilir tabii ama mümkünse münasebet kurmayalım. Havamda değilim.
Orjinal adıyla Museo del Cinema- Fondazione Cineteca Italiana’dan Koleksiyonlar, 1985 yılında Gianni Comencini ve Walter Alberti tarafından ana tren istasyonunun yakınında bulunan, Palazzo Dugnani’nin (kaçıncı yüzyıldan kaldığını net hatırlamadığım tarihi bir yapı) alt katında kurulmuş. Sinema öncesi, sessiz sinema ve sinemanın daha geç dönemlerinden kalma çeşitli alet edevata ev sahipliği yapıyor. Tek kattan oluşan bu müzecik, koleksiyonlarını üç bölüm altında sergiliyor; ilk bölüm sinema öncesi, fotoğrafın doğuşuna adanmış. Bu bölümde 18.yy’a ait çeşitli aletler ve Ars Magna Lucis et Umbrae (The Great Art of Light and Magic) kitabının bir kopyası görülebilir. Bir alt blogta yazdığım film var ya, işte onda okul müdiresi kendi arşivinden bu kitabı ortaya çıkarıp, diğer hocalarla of ne kitap be diye geyik çeviriyorlardı. Her zamanki gibi konuyu iyi toparlayamadığım için bu da güme gitmiş demek. Aslında filmde fotoğraf sanatı açısından ilginç detaylar var da ne anlasın bu cahil! Müzemizin 19. yy sonundan 1920’lere uzanan süreçteki sessiz sinemaya adanmış bölümünde (bunların hepsi aynı salonda aslında) kataloglar, Lumiere stüdyolarına ait kullanma kılavuzları, Melies’in Voyage dans la lune ve Les 400 coups du diable filmlerine ait çizimler var. Tek sorun bu söylediklerimin göz boyayıcı miktarlarda olmaması. Olay, bir tane ondan iki tane bundan şeklinde vuku bulmakta. Sesin sinemaya girmesi ile başlayan yeni döneme adanmış üçüncü ve son bölümümüzde ise asıl dikkat çeken parça 1934 yılında Robert Mamoulian tarafından çekilen, Greta Garbo’nun başrolde oynadığı Queen Christina adlı filmin setinin kurulmuş bir kopyası. 1930’lar aynı zamanda italyan animasyonunun da doğuş yılları. Bu bölümde 1949’da çekilmiş La rosa di Bagdad ile ilgili bir takım nesneler görülebilir. Duvarlarda da 50.000 adetlik poster aarşivinden seçilmiş kimi film afişleri yer etmekte. Öyle çok ahım şahım bir müze değil açıkçası. Yine de kendi açımdan ortada pişmanlık yaratacak bir durum olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Asıl güzelliği anlatmadım daha. Minik müzemizin içinde miniminnacık da bir sinema salonu var. Müzenin açık olduğu günlerde belirli saatlerde film gösterimi yapılıyor. Benim şansıma o gün fütürist sinemaya ayrılmıştı. Önce Marcel Fabre yapımı Amor Pedestre (1914), ardından Anton Giulio Bragaglia yapımı Thais (1916), hemen ardından da Luis Bunuel ve Salvador Dali imzalı Endülüs Köpeği'ni (1929) izleme şansını yakaladım. Bunun ardından yine aynı döneme ait bir film daha başladı ama ekrana bile bakmadan kendimi dışarı attım zira yakalamam gereken bir tren vardı. Sonra da Futurismo adlı 1969 yapımı bir belgesel varmış ama iyi ki atmışım kendimi. Vakitle nakit asla biraraya gelmez diyor ve sizi çok sevdiğim Amor Pedestre ile başbaşa bırakıyorum.


Ek:Endülüs köpeği için http://www.youtube.com/watch?v=9GL4iJW25Kw
http://www.youtube.com/watch?v=kpchXR5HqqU
Boş işler bunlar...