6.2.09

TESADÜFÜN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ YA DA KARINDEŞEN JACK BENİ ANDI

Bir önceki girdiden devam (Arkası yarın oldu mu olmadı bilmem valla);
Saat 22.00 sularında Floransa’ya varmış bulundum. Bu arada üç yaşındaki yeğenim aradı. “Tutu n’olur eve dön” diyor bana. Ama öyle bir deyişi var ki! “Şu an dönemem Minnoş’um” diyorum ama kime anlatıyorsun. “Çocuğun adı Minnoş muymuş? Ne biçim isim be” diyecek olanlar için kısaca anlatayım. Elbette adı Minnoş değil. Velakin yıllar önce ablamla birlikte ikamet ederken yolda gördüğüm her kediye sarkıp” seni eve götüreyim mi” yollu yaklaşımlara ablam her seferinde “Mimkin deel” şeklinde yaklaştığı içün ben de ablamdan intikamımı çocuğuna kedi ismi vererek alma yoluna gitmiş idim. Zira dilime öyle bir yerleşti ki şimdi ara ara ismini soran olursa şöyle bir müddet düşünüp öyle cevap vermekteyim. Şu an “Annene Godzilla de yavrum” diye çocuğu aşlayarak intikamımı almaya çalışıyorum amma bizim minnoş çok bağımsız, öyle kimsenin dediğini yapacak bir tip değil. Buna küçükken bir samuray sama deyip güldürüşüm vardı emme bu başka bir yazı konusu olur herhalde... Sonunda- çok ayıp biliyorum ama- “Minnoş’um ben şimdi sana oyuncak alıyorum hemen dönemem ki” dedim de hemen ses tonunu değiştirip “Tamam” dedi ve telefonu kapattı. Ben böyle şey görmedim ya! Tööbe tööbe. Bilmiş şey. Yalan da sayılmaz hani oyuncak alma meselesi. Yeğenlere çalışıyorum valla billa. İliğimi kuruttular be! Neyse biz dönelim Floransa’ya...
İlk iş nedir? Hostel bulmak. Yine birkaç alternatif yazmış idim. En favori olanından başladım aramaya. Bu arada elimde harita yok. Aslında var da benim tuğla rehber bavulda. Bavul da çıfıt çarşısı, dolayısıyla açmamak en iyisi. Zaten koca koca harita tabelaları oluyor tarihi kentlerde dolayısıyla hiç dert değil. Şöyle bir göz gezdirip buluyorum sokağı. Haydi bakalım. Via 27 Aprile’de, tren istasyonundan 15 dakika yürüme mesafesinde bulunan, ismen de Youth Hostel olan bu hostel yavrusunun da içinde bulunduğu sokakta yeni ve eski numaralar birbirine karışmış, beni mehter gibi bir ileri bir geri yürütüp durdu. Sonunda buldum ama. Burası da aynen tek bir koridorun etrafında sıralanmış odalardan ibaret. Yalnız odaların asma katları var yani biraz daha havadar denilebilir. Resepsiyondaki göçmen genç insan bana yalnızca bir gecelik yer olduğunu söylüyor ve direk asma kata çıkarıyor. İlginç bir oda, yerler ahşap ve banyo içerde. Yani ilk artılar. Yalnız kız erkek karışık dolayısıyla tavuk gibi uyuyan bendeniz için hiç ideal deel. Neden derseniz her biri ayrı milletten olan bu gençler çenelerine kuvvet Avustralya aksanından girip, İrlanda teröründen çıktıkları için bir müddet ahşap tavandaki buzlu camdan gecenin karanlığını izlemek zorunda kaldım. Sonra gecenin hangi yarısı geldiğini hatırlamadığım yandaki yatakta uyuyan insanoğlu horlayıp, arada bir küfretmek suretiyle rüyasında konuştuğundan delik deşik uyumama vesile oldu denebilir. Neyse sabah yan sokaktaki başka hostele yollandım ben de. Tesadüf zincirinin başladığı yer olan Hotel Sampaoli’de iki gece için rezervasyon yaptırmak için pasaportumu çıkardım ki resepsiyondaki kadın “Türksün” dedi türkçe. “Evet” ayrıyeten “doğru ve gerçekten çalışkanım (!) “ dedim. Kadın Azeri’ymiş. Bana bi kıyak geçti anlatamam. İlk gece 4-5 kişilik oda parasıyla tek kişilik oda da kaldım. Burası iyi hoş da banyo dışarda maalesef. Bir de kahvaltı var mı yok mu bilmiyorum öneri isteyen arkadaş. Zira ben sabahın köründe kalkıp yola düştüğüm için kahvaltı beni çok ilgilendirmiyor doğrusu. Sonuçta bulurum bir yerden bir sandviç, hapur hupur yerim. Banyo da keza öyle. Çünkü erken yatıp erken kalktığım için o saatlerde kimsecikler meşgul etmiyor banyoyu. Dolayısıyla ballı bi insanım vesselam. Tabi bir hostelden ne beklediğin önemli. Benim gibi yaşlı hissediyor ve tek derdin gezmek, akşama da güzel bir uyku çekmekse kalacağın hostel ayrı, yok daha gencim güzelim, alemler beni bekler, yeni arkadaşlar da edineyim dersen gideceğin hostel ayrıdır. Zira ikinci gruptansan Roma’da bahsettiğim hostel tam sana göre. Eğlen çocuğum güzel güzel, birşey diyen yok...
Bavulu bırakıp hostelden çıkarken resepsiyondaki kadın bana “Hoş günün olsun” dedi. Kendi dilinde konuşmak ne güzeldir bilir misin sen?
Şimdi ben hostelden çıktım ama siz Floransa’yı anlatacağımı bekliyorsunuz herhalde (Hala adam gibi birşeyler bekliyorsun ya pes doğrusu, azimlisin genç!) Ama ben sizi başka bir yere götürüyorum. Yeniden trene atlıyor ve 1 saat mesafedeki kuleler kenti San Gimignano’ya gidiyoruz. Gidebildik mi hemen? Yok anam nerde! Trenle Poggibonsi denen küçük bir kasabada indim. Çünkü San Gimignano’ya gidebilmek için burdan otobüse binmem lazım. Otobüse de 1 saat var daha. Neyse bu minik kasabayı da gezmiş bulunduk. Çevre iller gibi bunun da güzel sokakları, şirin evleri var. Oh! Gözüm gönlüm açıldı ama bir de hava açılsa. Meret şıpır şıpır yağıyor. Yılmam ben yağmurdan kolay kolay! İşte böylece vardık San Gimignano’ya. Surlar içinde taştan bir kent! Öyle etkileyici ki anlatamam. Cumalıkızık ya da Şirince’nin taş versiyonu. Hele yağmur altında, anlatılmaz! Müthiş! Bu arada şemsiyemi açtım, katibim misali omzuma yerleştirip fotoğraf çekiyorum, bir yandan da Allahtan rüzgar yok diyorum kendi kendime. Sen misin bunu diyen! Şom ağzımı kanıtlamak istercesine yarım saat sonra rüzgar çıktı. Biraz uçarak, biraz kuytulara sığınarak, ellerim bol bol donarak yılmadan yoluma devam ettim. Bu kent kuleleriyle ünlü demiştim ya niye var bu kuleler? 12-13.yy’ın gökdelenleri bunlar. Para bende diyen her cebi dolunun yaptırdığı bu kulelerden yalnızca açık olan bir tanesine dahi tırmanmayı gözüm yemedi ne yalan söyleyeyim. Zira sol ayak beni dürterken, “çalışırken çıktığım minarelere say” diye içimden geçirip (Hocadan daha çok çıkmışımdır minarelere bak, yalansa çirkin oliim :P) yine böyle yandan yandan kent içerisinde dolaşmaya devam ettim. Sokaklardaki tek insan benim gibi üç beş turistten ibaretti. Ki bu turistlerden çinli olanın şemsiyesinde Doraemon var idi. Hafifçe adama yaklaşıp “Şemsiyenizde Doraemon var, alabilir miyim? Doraemon koleksiyonum var da” dedim ama garip garip bakıp çoluk çocuğunu önüne katarak uzaklaştı. Halbusu versen nolur yani! Senin ülkende bunlardan çok yok mu? Var! Ee daha ne? Hayal kırıklığı karnımı acıktırmıştı ki bir mantarlı pizza yemişim afiyet olsun bana. Hiç gözünüz kalmasın . Keza her ne kadar pizza İtalya’da doğmuş ise de bizim Türkiye’de yediğimiz pizza zannımca amerikan stilidir ve daha bol malzemeli ve daha lezzetlidir. Yine de atmış olmayayım ama hissiyatım bu yöndedir. Bu arada şöyle bir geçtim ama 12-13.yy’a ait bir kentten söz ediyoruz bilmiyorum farkında mısınız? Bu ne korumacılıktır anlamış değilim. Böyle durumlarda aklıma Türkiye geliyor ve ağlamak istiyorum sayın okuyucu ama ağlamaktan ziyade başka şeyler yapmanın vakti çoktan geldi de geçiyor. Hava kararırken trenle gerisin geri Floransa’ya dönüyorum.
Niye Floransa’ya karşı bu kadar vurdumduymazsın diyen okuyucuya burayı da daha önce yalap şap gördüğümü söylemek isterim . Dolayısıyla yine şurayı görmeliyim, buraya gitmeliyim gibi bir derdim yok. Öyle “harita-free” geziyorum mis gibi. Böyle saldım çayıra mevlam kayıra vaziyetinde gezerken yolun karşısında bir müze gördüm; SERİ KATİL MÜZESİ ‘ndeki “Seri katiller ve ölüm cezası” adlı sergi önce cama yapışmama sonra da istemdışı olarak içeri girmeme neden oldu bittabi. Giriş parasını söylemeyeceğim ama Uffizzi’den pahalı yani! Siz düşünün artık...(Benden bi b*k olmaz diyorum işte). Serginin ana temasını oluşturan seri katiller (tarih sırasına göre Gilles de Rais, Elizabeth Bathory, Jack The Ripper, Kriminolojinin babası Cesare Lombroso, Rus seri katil Andrej Chikatilo, ünlü amerikalılar Ted Bundy, John Wayne Gacy, Ed Gein ve Charles Manson) balmumu heykelleri ile her birine has hazırlanmış ortamlarda konuşlanmışken, siz de seri katilin cinayet yöntemleri hakkında sesli olarak bilgi alıyorsunuz. Bir tek Karındeşen Jack’in ortamında korktum. Had safhada loş bir alanda yerde bağırsakları dışarı çıkmış yatan bir fahişe var. Duvarda Karındeşen’in meşhur sokak lambası altındaki sırtı dönük pelerinli hali. Postere baktıktan sonra şöyle hafif ilerledim ki, hi! (Çok afedersiniz) Eşşoğlueşşek, az ilerde durmuyor mu? Hem de aynen posterdeki gibi arkası dönük. Ama öyle heybetli ki elinde çantasıyla. Yandan bakınca loş ışık sol yanağının bir kısmının görünmesini sağlamış ama... Bir ödüm koptu anlatamam. Ama bakmaktan da kendimi alamıyorum tabi. Neyse küçük bir bölümde de iğne ile ölüm, gaz odası ve elektrikli sandalye koymuşlar. İsteyen otursun valla ben bilmem. (İnternet sitesi için başlığa tıklayınız). Yaklaşık bir buçuk, iki saat sonra dışarı çıktım. Bu esnada üstüme acayip bir neşe geldi nedeni belli belirsiz (!). Aa nasıl eğleniyorum anlatamam. Akşam iş çıkış saati, herkesin evlere yöneldiği saatler. Sokaklar yağan yağmurla pırıl pırıl, insanlarla capcanlı. Biraz önce güzel bir sergi gezmişim. Aldım makineyi elime, hoyratça basıyorum deklanşöre. Bi b*k çekemedim gene ayıptır söylemesi. Saçmalayıp durmuşum. Biraz kubbesi ve birbirinden nadide rönesans insanları ile ünlü Duomo’nun orda, biraz Medici Ailesi’ne ait Palazzo Vecchio’nun ve Uffizzi Galerisi’nin yakınında, sokaklar yavaş yavaş tenhalaşırken, zaman geçirip, Ponte Vecchio (eski köprü)dan karşı kıyıya uzanıp Pitti Sarayı’nın civarına vardım. Bu arada Palazzo Vecchio’nun önündeki Michelangelo’ya ait Davud heykelinin kopyasını (!) da bakıma almışlar. Bir kez daha yollar tamamen ıssızlaşmış, yağmurda iyiden iyiye ağırlığını arttırmışken hostele doğru yürümeye koyulmuştum.
Şu aralar İstanbul’da olduğu gibi İtalya’da da hummalı bir restorasyon çalışması var. Nereye gitsem birçok anıt çepeçevre iskelelerle sarılmış vaziyette. Keza Duomo’nun mihrap (!) cephesinde de almış başını yukarılara doğru gitmiş bir iskele mevcut. Uffizzi’nin bir kısmında da çalışma var. Var oğlu var sizin anlayacağınız. Nerden nereye. Dur devam ediyorum.
Ertesi sabah, yine sabahın köründe kalktım. Bu sefer istikametim Assisi ve Perugia. Aslında Floransa’dan ters kalıyor Umbria Bölgesi’nin bu iki nadide kenti. Ama benim aklım hep sonradan çalıştığı için Roma’dan ayrıldıktan sonra geldi buralara de gitmek! Önce Assisi’yi görelim. 2,5 saatlik tren yolculuğu sonrası Aziz Fransis (Francesco)’in kentini. Assisi de duvarlar içerisine kurulmuş bir taş kent. Buraya varmak için tren istasyonundan itibaren yalan olmasın ama bir 40 dakika yürüyorsunuz. Şimdi, izlemem gereken yolu çıkardım ama “Ulan otobüse mi binseydim acaba” diye geçiriyorum içimden. Hiç yürümek güzeldir mavalını okuma valla. 25 yaşımdan sonra bana bi haller oldu. Deli gibi yürüyen beni, annemin deyişiyle k*çım artık çekmez oldu. Evet henüz ölmüş değilim ama bana zaman kazandıracak herşeyi de kullanmaktan yanayım. Ben böyle durmuş düşünürken önümde bir müddettir seyreden kız bana dönüp, “Assisi’ye bu yoldan mı gidiliyor?” diye sordu. “Emin değilim ama ben de oraya gidiyorum, sanırım bu yol” dedim. “A! O zaman birlikte gidelim” dedi. Dedik ya çene seyahati yapıyorum diye. Ama çok tatlı kız çıktı vallahi. Daha 21 yaşında, şu an biraz anını yaşamakla meşgul, o şehir senin bu şehir benim gezen italyan bir kızcağız. Kendini bu yaşta güzel birşeye adamış, Brezilya’daki kimsesiz çocuklara. Brezilya ne alaka diye sordum tabi . Ot değiliz ya! Aslında küçüklüğünden beri Afrika’daki çocuklar için birşeyler yapmak istediğini ama tesadüfen gördüğü bir afiş sayesinde Brezilya’da da böylesi bir problem olduğunu farketmiş ve kendini o yöne kanalize etmiş. Portekizce öğrenmiş, iki ay orda kalmış, şimdi yeniden gidebilmek için fırsat kolluyormuş. İnançlı da bir kızcağız, dua etmeye de gelmiş Assisi’ye. Benim için rahibe, dua edebilir mi kilisede diye sormuş ben farkında olmadan, rahip de tabi ki demiş. Oturdu biraz dua etti. Ben de aylak aylak Giotto’nun, Lorenzetti’nin freskolarını seyrettim. Aziz Fransis’in kriptasına indim, üst kiliseye çıktım. Bazilikanın yapımına 1228 yılında başlanıyor. Kaç yılında bittiğini kitaplar bilir ama beni zerre kadar ilgilendirmiyor doğrusu. Gotik kilisenin mimarisi de duvarlarını kaplayan freskoları da muhteşem. Aziz Fransis’in maldan, paradan yoksun yaşantısının izleri mimariyi de etkilemiş (mi?). Aziz Fransis, aslında çok zengin bir ailenin evladıyken tüm bu varlığı elinin tersi ile itip, hayatını tamamen yoksullara ve hastalara adamış bir aziz. Assisi’nin girişine varan yolda İtalya’nın, hatta Amerika’nın çeşitli yerlerinden gelen insanların isimleri döşeme taşlarının üzerini süslüyor. Uzun zaman içeride kaldıktan sonra dışarı çıkıp kentin içine doğru yürümeye başladık. Bu arada, bana dönüp kilisenin içindeyken Brezilyalı turistlerin kendisine birşey sorduğunu bunun da kesinlikle bir işaret olduğunu söyledi ki inanır gibi yapıp kafamı şöyle hafifçe yamultmaktan başka şey yapamadım. Lakin ertesi gün başıma gelecek şey, bu italyan kızı bol bol anmama vesile olacaktı. Kendisi kenti tepeden seyredebilmek için yukarı doğru tırmanırken ben, vedalaşarak, Perugia’ya gitmek için çoktan aşağı inmeye başlamıştım.
ARKASI YARIN: JAPONCA KONUŞAN BİR TÜRK VE TÜRKÇE KONUŞAN BİR JAPON KARŞILAŞIRSA!
http://www.facebook.com/album.php?aid=15528&l=8e32f&id=1347115609
http://www.facebook.com/album.php?aid=15529&l=f70f1&id=1347115609
http://www.facebook.com/album.php?aid=15530&l=1ad1a&id=1347115609

2 yorum:

Digital Sevgi Kelebeği dedi ki...

Bu kadar çok gezebildiğin ve yazabildiğin için imreniyorum seni.. hasetimden ve kıskançlığımdan çatlıyorum..

Daha açık nasıl anlatılabilirki:)

Tuğba dedi ki...

Bu blogta çatlamak yasaktır! :)
Evet, açıkça ifade etmişsin ne güzel:)) Velakin hep derim; gezmek iyi güzel de hiçbiri evde oturmanın tadını vermiyor, ya!:))

Boş işler bunlar...