Müzeye geçmeden evvel, içinde konuşlandığı yapıdan bahsetmekte yarar var, zira Mole Antonelliano adlı bu yapı, Torino’nun simgesi. Mimar Alessandro Antonelli tarafından 1863 yılında sinagog olarak kullanılmak amaçlı yapımına başlanıyor ama mimarın artık kime meydan okumaya çalıştıysa yapının yüksekliğini sürekli değiştirmesi dolayısıyla bir türlü bitirilemiyor. Başlangıçta 113 metre yükseklikle tasarlanan bina, mimarın 1888’de ölümünün ardından kimi kaynaklara göre 1889’da, kimi kaynaklara göreyse 1897’de, 167,50 metre yüksekliğe ulaşarak ancak bitirilebiliyor (Ben daha iki ay önce çizmeye başladığım şeyden sıkılıyorum...). Ayrıca döneminin bu kadar yüksekliğe ulaşma başarısı (!) gösterebilmiş yegane yığma yapısı olma özelliğini hala da taşımakta. Zaman içerisinde yıldırımlardan nasibini alarak sürekli güçlendiriliyor. Yapının inşaatı bittiği zaman ise kentin yahudi cemaati çoktan umudu kestiği için, uzun yıllar İtalyan Birliği (Risorgimento) Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. 1996-97 arası yığma yapının içerisine çıplak beton strüktür eklenmek suretiyle restore edilerek, sinema müzesi olarak kullanılmaya başlanıyor. Mole Antonelliano’nun bir diğer atraksiyonu da şüphesiz tam merkezinde bulunan ve bilmem kaç metre yüksekliğe çıkartarak Torino’yu panoramik olarak izlemeye imkan veren asansörü. Bu asansör 8+1 (görevli) kişi kapasiteli ama bana kalırsa 7+1 daha uygun olur. Zira içiçe girmek zorunda değiliz değil mi canım kardeşim! Daha detaylı anlatmak gerekirse buyrun hep beraber dinleyelim;
İnsan can’sızı’ Tuğba’nın ikinci Torino macerası
Malum Torino’ya ilk gidişimde bir iki müzeye girmiştim ama tek gün yetmemişti. Zaten o esnada Torino Film Festivali’nin deli kuyruğu ve ondan daha deli esen bir rüzgar olduğu için, küçük bir katalog alıp, film seçmek (tabi ki önce japonları), esen rüzgarın da etkisiyle donarak yer değiştirmekten öteye geçemeyen ufak bir maceram olmuş, iki fotoğraf çekerek olay mahallinden ayrılmış idim. İyi ki de öyle yapmışım çünkü o gün sinema müzesine girseymişim çıkamayabilir, bu yüzden de kenti menti büyük ihtimal gezemeyebilirmişim. Her neyse... İkinci gidişimde diğer işlerimi halledip, ferah Torino meydanlarından ve bir o kadar daha ferah sokaklarından geçerek yapının önüne geldim. O da nesi? Bir kuyruk, hemi de bu saatte! Baktım, müze+asansör kuyruğu, yoksa sadece müzeye girmek istersen kuyruk muyruk yok, direk gir. O an ne düşündüm, inanın tam olarak bilemiyorum ama ben bu kuyruğa giriverdim. Hani buraya kadar gelmişim, bari panoramik görüntü olayından ben de nasipleneyim mi dedim, ne dedim vallahi şu kadarcık olsun hatırlamıyorum. Kaldı ki kalabalıklarla hiç işim olmaz ve hemen kısa yola yönelirim genellikle. Neyse, girdik bir kere bekleyeceğiz artık. Rüzgar yok ama gölgede insanı ısırmak suretiyle bitiren bir ayaz var. Bu arada yıllardır soğuktan korusun diye löpçük löpçük yaptığım yağlar şu İtalya’ya geldim geleli beni korumuyor. Dondukça donuyorum. Görünürde yağ tabakamda bir azalma yok ama... Bekle Allah bekle. İtekleyerek ilerliyor sıra. Bu arada arkamdaki fransızlara çok pis uyuz oldum. İnsanlar, kuyrukta beklerken neden insani mesafe bırakmayı bilmezler anlamıyorum doğrusu. O açıdan ne zaman kuyrukta beklesem, kuyruğu yarıp diğer tarafa geçmek isteyen insanlar hep benim önümden geçer. Ona da ayrı sinir olurum ya neyse. Uyuzluk katsayım bugünlerde had safhada galiba. Hmm... Biraz ara veriyorum...
..................................................................
Ne diyordum? Hah tamam...(Bu şarkıyı bu adamdan dinlemek çok manidar. Fonda Nick Cave-What a Wonderful World çalıyor da...) O da ne? Aynı kuyruk-doğal olarak- asansörün önünde de yok mu? İşte ne düşündüysem dedim ya... Işınlanacağız diye hayal etmiş olabilirim bir ara itiraf ediyorum. Önce kuyruğa girdim ama iki dakika sonra “Ee yeter be! Seni mi bekleyeceğim. Elinin körü!” deyip, kuyruğu yara yara müze girişine yollandım. Oh be dünya varmış. Nefes aldım vallahi. İlk kat “Sinemanın arkeolojisi “ diye bir bölümle adlandırılmış. İtalyan gölge tiyatrosundan başlamış,bir sürü büyülü fener, büyülü fenerlerde kullanılan çeşit çeşit çizimler, zoetroplar, folioskoplar, anamorfozlar ve daha bir sürü şey ziyaretçinin hem göz seyrine hem de kullanımına sunulmuş. Bu şeyler arasında Sultanahmet Camii’nin 1880’lerde avlusundan çekilmiş bir fotoğrafını da üç boyutlu şekilde görebilirsiniz. İlk katta o kadar zaman harcadım ki şöyle bir kendimi silkeleyip bir hızla üst kata yönelmişim (Çocuk olsam hiç çıkmak istemezdim herhalde). Bu katta bir filmi oluşturan elemanların hepsini kendilerine ayrılmış bölümlerde görme şansına sahibiz. Yönetmenler, oyuncular, yapım aşaması, senaryo, kostümler vb... İzlemenin yanısıra duyusal olarak da etkiliyor mekan. Çünkü her bir bölümde kurulmuş ekranlarda bir kaç filmden alınmış bölümler oynarken, kulağınıza hiç de yabancı olmayan film replikleri geliyor. En sevdiğim tarafı da bu oldu zaten.
Üst kat aynı zamanda yapının ana merkezi ya da boşluğu diyeyim. Yukardan asılmak suretiyle yapıya eklemlenmiş bir rampayla iç boşluk boyunca yukarıya tırmanıyorsunuz. Tüm rampa boyunca film afişleri ve set fotoğrafları bulunuyor. Şu sıra yönetmen Francesco Rosi’nin sergisi olduğundan dolayı tüm posterler ve fotoğraflar onun filmlerine ayrılmış. Bu iç boşluğun alt katında yayılmak için dişçi koltukları ve iki adet dev ekran yerleştirmişler ki isteyen yatıp, ya o an yayınlanan filmleri seyretsin ya da tavandaki görüntüleri takip etsin. Arada bir de üst kule pencerelerinin perdeleri aniden açılıp, ziyaretçiye vampir misali “kör oldum” günışığı parlaklığı verdikten sonra aniden kapanıp, tavana yıldız mıldız görüntüleri yansıtarak eski loşluğuna geri döndürüyor mekanı. Yalnız bu esnada kasmadan fotoğraf çekme ve tuğla yapıya beton takviye ve işli tavan detayını iyice görme şansını da yakalıyorsunuz(!). Tepeye çıkınca televizyonun ortaya çıkışıyla değişen sinema sektörü ve televizyonun günlük hayattaki yerine dair, 60’lar, 70’ler, 80’lerdeki oturma odaları tasarlanmış. Sonra gerisin geri geldiğiniz yerden aşağı dönmek zorunda kalıyorsunuz (ki çok saçma), ana boşluk, dişçi koltuklarının olduğu yere. Burda, mekanın çevresindeki odacıklarda korku, western, animasyon, absürd gibi türlere ayrılmış bölümler var. Korku bölümüne bir mağaradan giriyorsunuz ve Bela Lugosi’nin tabutunun üzerine basarak korku sinemasının başyapıtlarından derlenmiş filmlerden görüntüler izleyerek posterlerin sergilendiği aynalı odaya geçiyorsunuz. Tabutun üstünden “tööbe yarabbi” diye basmadan atlayıp karşı duvarda asılı perdede dönen filmi seyretmek için biraz da yorgunluktan oracıktaki merdivene çöktüm. Ben bööle sırıta sırıta seyrederken gelip geçen de hayrola manasındaki bakışlarla durup seyretmeye başladı. Bu arada içimden sanki tüm bölüm bana aitmiş gibi gitsenize ya diye de geçirmiyor değilim, neyse... odalardan geçe geçe ana mekanın etrafını da tavaf edip en tepeye, şehre tepeden bakabilmek için asansörün önüne teşrif ettim. Hayda! Gene olmadı. Hala kalabalık. Kuyruk artık görevlinin belirlediği kurdelenin dışına taşmış. Ben gene önce dibe ekledim kendimi, sonra yok bekleyemeyeceğim diyerek hediyelik eşya dükkanına attım kapağı. Bu arada içimde de aylardır aradığım kitabı belki bulurum gibisinden bir his var. Aman nerde! Aradığım kitap da bişey olsa gam yemicem yani! Yok yok yok. Koskoca müzeye hiç yakışmamış bu dükkan valla. Hiçbir şey yok. İnsan en azından kitap çeşitlerini arttırır... Bunun hırsıyla bir kere daha asansöre yöneldim. O an Buda beni andı zaar, böyle pamuk gibi bi insan evladı oluverdim. Sırt ağrımı, küçük ayak parmağımı, gittikçe sağa yatan omzumu, arkamdaki salak çifti, önümdeki başka salak bi çifti daha boşverip kafamda çok saçma birşey kurarak beklemeye başladım. Nihayetinde 8+1 asansöre doluştuğumuzda insanların sanki ilk defa asansöre biniyormuş gibi ettikleri abuk sabuk laflarla azıcık olsun neşelendim ne yalan söyleyeyim. Vardık mı tepeye? Gördük mü kenti? Mutlu muyuz? Vardık, parmaklıklar (!) arasından gördük, niye mutlu olayım canım, sen de bir alemsin! O parmaklığın, orda ne işi var anlamadım doğrusu. Hem panoramik görüntü diyorsun hem de bu görüntüyü resmen kesintiye uğratıyorsun. Kazıklandım ve giden zamanımı geri istiyorum. Böyle mırmır söylenirken bir kuyruk da aşağı inmek için bekledik mi? Arkamdaki çiftten söz etmiş miydim? Hiç bahsetmeyeyim iyisi mi... Nihayet aşağı inip, kendimi bir hışımla dışarı attığımda, uzun süre insan içine çıkmama kararı almış ve odamdan dahi çıkmamak üzere evime doğru yollanmış idim.
Ben bu müzeyi sevdim sevmesine ama açıkçası çıktıktan sonra biraz yavan geldi sanki. Keşke şu da olsaymış bu da olsaymış diyemeyeceğim ama sinema öncesine ait bölüm çok kapsamlıyken, asıl sinemaya ait bölüm biraz daha geliştirilebilirmiş gibi hissettim. Elbette bir müzeden elindeki herşeyi sergilemesini bekleyemeyiz ama... Öyle hissettim işte ne bileyim. Bu arada müze içerisinde, broşüründen anladığım kadarıyla bayâ kapsamlı bir kütüphane de var. Belki kitabı orda bulabilirdim eğer ki kapalı olmasaydı. Şans şans şans diyor, bir sonraki abidik end dı gubidik aptal maceramda isteyenlerle buluşmak üzere diyerek en nihayetinde noktayı kondurabiliyorum.
Of yeter! Çekin fişimi... Dıt...Dıt...Dıt...Dıt...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder