27.2.09

AKREBİN SOKTUĞU KURBAĞAYI YILAN YERSE A.K.A. FIVE DEADLY VENOMS

Havada-karada, otururken-yürürken, gözü açık-hatta kapalıyken dahi ne yapıp edip film seyretmeyi başaran arkadaşınız (böylelikle kimi filmleri mundar ettiği de söylenir ya), haddi olmayarak Chang Cheh imzalı bir macerayı daha sunmaktan gurur duyar (Çin filmlerini, çok gerekliymiş gibi elin Tarantino’su sunuyor,birşey demiyorsun da ben sununca mı tuhaf geliyor!)


Bir ayağı çukurda olan Usta, hamam sefası sırasında son öğrencisi Yang Tieh’ye (Chiang Sheng) sırtını keselettikten hemen sonra, Yang Tieh’ten önce ayrı ayrı zamanlarda öğrencisi olmuş ve her biri kendi çapında birer yeteneğe dönüşmüş “5 venomların”, eğer şu an piyasada ustanın okulunun adını kötüye çıkaracak birşey yapıyorlarsa Yang Tieh tarafından bulunup cezalandırılmasını istediğini belirtir. Yok eğer bu venomlardan iyi olan var idiyse de “şöyle bir sırtının sıvazlanıp, hayatta bırakılmasını” söyler. Ayrıca okulun küçük bir serveti olduğunu, bunun da ustanın zamanında sınıf arkadaşı olmuş başka bir ustanın köyündeki evinde bulunduğunu, amma velakin, şu an o ustanın adını değiştirdiğini, yalnız ve yalnız köyün nerede olduğunu bildiğini ekleyip, hayatta maddiyatın değeri olmadığını, bu servetin de dağıtılmadığı müddetçe iyilik getirmeyeceğini belirttikten sonra, Yang Tieh’in serveti bulup fakire fukaraya dağıtmasını öğütler (Her zamanki Hönk! sesini duyar gibiyim). Son söylediği sözler pek acımasızdır ama; “Sana onların tüm yeteneklerini öğretmem hataydı. Herşeyi öğreteyim derken hiçbir şey öğrenemedin. Hiçbirinde onlar kadar başarılı olamazsın amma onlardan biriyle gücünü birleştirebilirsen işte o zaman belki bir işe yararsın” manasına gelecek laflar da sokuşturduktan(Sağol usta, beni ihya ettin) sonra banyosunu bitirip, 5 venomların ne menem yetenekleri olduğunu göstermek için Yang Tieh’i mahzene indirir. O halde biz de ilk defa maskeler ardında gördüğümüz bu 5 yetenekli venomu sırayla tanıyalım (Her ne kadar ilk bakışta, benim gibi cahil bünyeler için amerikan güreşini çağrıştırsa da, aslında o dönemdeki bir çok oyuncu ve yönetmenin geldiği yer olan Pekin Operası ’nın bir unsurudur bu maskeler).
1. Zhang Yiaotian (Lu Feng), Kırkayak stili (Centipede style). 1000 el lakabıyla da bilinir, süratli hareketleriyle tanınır. Taverna’ da tabak kırmak isteyen insanlar için çalışılması gereken hareketlerdir bunlar.



2. Qi Dong (Wei Pai), Yılan Stili (Snake Style). Kodumu oturtan hareketleri ve yılan gibi hızlı hareket etmesiyle tanınır.





3. Gao Ji (Sun Chien), Akrep Stili (Scorpion Style). Elleri ve ayakları bıçak gibi çalışır.





4. Meng Tianxia (Kuo Chui), Kertenkele Stili ( Lizard Style). Ağırlığını hafifletip, tüm gücünü bacaklarında toplayıp düz duvarda yürüme ya da gücü kollarında toplayıp mum söndürme özelliği var (Master of flying guillotine vs. One armed boxer’da da aynı duvarda yürüme sahnesi vardı hatırlarsak).


5. Liang Shen (Lo Meng), Kurbağa stili (Toad Style). Bu arkadaşın en önemli özelliği her türlü karşı güce karşı müthiş bir dirayeti olması. Misal çivili yataklarda saatlerce yatabilir. Kurbağadan mıdır yoksa çividen midir emin değilim ama ben en çok Liang Shen’i tuttum. Çivi deyince de akla hemen cam yeme olayı geliyor değil mi? Bir ara ne zaman kırık bardak falan görsem, kan görmüş vampir haline bürünüp, ninja abilerim gibi iki ısırık da ben alsam n’olur sanki diye düşündüğüm bir dönemim olmuş idi. Neyse ucuz atlattık...

Bizim Yang Tieh, değil yüzlerini, isimlerini bile bilmediği bu abilerinin izini sürmek için hemen pazar meydanına inmiş, görünüşe bakılırsa, daha doğrusu birinin giysisine, ki geleceğim giysi olayına, diğerinin de boyama (!) sakalına bakılırsa, iki kişiden de venom olabilecekleri yönünde şüphelenmeye başlamıştır. Bu arada 5 Venomdan diğer ikisi, çoktan ustanın sınıf arkadaşının evini bulmuş, çalışan herkesi, usta dahil haşat etmişlerdir. Ustayla dövüştükleri sırada bu iki venomun, gümüşi kıyafeti içerisindeki yılan ve kan kırmızısı rugan kıyafeti içerisindeki kırkayak olduğunu öğreniriz. Bu noktada iki şeyi ustanın yaşlılığına bağlayabiliriz rahatlıkla, bir; her ne kadar tüm gücüyle dövüştüyse de sırım gibi delikanlılara yenilmekten kurtulamaz, iki; yaşlılığın verdiği inatçılıkla hazinenin yerini söylemediği gibi, “sanki yerini söylesem beni hayatta bırakacak mısınız ki “ diye bir de meydan okur. Bu esnada da delikanlı venomlarımızın hazinenin yerini ustaya söyletmek için çok üstelemeden onu dövmeleri ve öldürdük sanıp bir an önce ortadan toz olmalarını, gençliklerinin getirdiği sabırsızlıklarına bağlayabiliriz. Eğer ki bir filmde katilsen, saldırdığın kişi öldü mü kontrol et, yok kurban sen isen bir avantaj elde edip seni öldürmek isteyeni bir şekilde alt ettiysen, şansını çok zorlayıp, öldü mü ölmedi diye kontrol etmeye kalkma. Bu gibi durumlarda yapılacak en iyi şey bulunduğun ortamdan bir an önce sıvışmaktır. Senin amacın zaten öldürmek değildi ki, kime hava yapıyorsun yani onu anlayalım. Filme geri dönecek olursak, yılan ve kırkayak venom ortamdan uzaklaştıktan hemen sonra maskeli akrep venom, sinsice ustanın yanına varır ve ustanın ölürken dahi mezarına götürmeyi düşündüğü hazinenin haritasını mum içinden çıkarmak üzere yeltendiği esnada, hakkın rahmetine kavuşması vesilesiyle, elinin altından haritayı çekip, cebe atarak oradan uzaklaşır. Lakin işbu sahneye, filmin ilerleyen dakikalarında yalancı şahitlik yapmak suretiyle seyircinin sinir katsayısını arttıran bir yeniyetme peyda olur.
Hikayenin gerisi, artık çorap söküğü gibi gelecektir. Ustanın ve tüm çalışanlarının öldürüldüğünü duyan tuhaf giysili ve boyama sakallı-ki polistir sakallı olan- venomlarımız olay mahalline varır. Bir anda kriminal dedektif gibi, vücutlarında dana gibi el izleri bulunan ve kafatasları parçalanmış cesetlere bakıp “Bunu yapsa yapsa Kırkayak Venom” yapar diye oracıkta hükmü veren polis Kertenkele Venom, katili bulmak için çoktan harekete geçmiştir, lakin para kokusu alan amirinin biraz sonra Yılan Venom’la birarada olduğunu gördüğümüzden, olayın o kadar kolay çözülmeyeceğini anlamış bulunuruz. Daha ne entrikalar dönecek kim bilir! Yeniyetme de YANG TIEH sayesinde suçlunun eşkalini polise verir. Eşkale uyan Kırkayak Venom tutuklanır. Hemen ardından yeniyetme, para verilmek suretiyle yalancı şahitlik yapmaya itilir ve Kırkayak serbest bırakılarak yerine tuhaf giysili, kurbağa olduğunu öğrendiğimiz Venom tutuklanır. Üşendiğimden ve de zaten şimdi bile anlatırken karıştığından dolayı sonuna kadar anlatmıyorum. Kısaca adalet gelecektir ama her zamanki gibi geç kalacaktır. Önce “Dünyadan ilk iyiler ayrılır” sözünü doğrularcasına yılan, akrep tarafından zehirlenen (!) kurbağayı yer; ardından da kurbağanın öcünü almak isteyen kertenkele, tüm venomların özelliklerini bilen ama tek başına hiçbir halta yaramayan YANG TIEH ile gücünü birleştirip, sırasıyla yılanı, kırkayağı ve son olarak da kötüler kötüsü, sinsi akrebi haklamayı başarır. Sonra da hazinenin yerini gösteren Teknik Resim kitabından çıkmış gibi çizilmiş olan haritayı bularak, tüm serveti fakire fukaraya dağıtmak üzere ortamdan uzaklaşacaktır.

Jenerik akmaya başladı, isteyen elbette çıkabilir. Sen, sen belki çıkmak istemiyorsun film tamamen perdeden kalkmadan ama, öyle ya, sıra başında oturuyorsun ve ortada oturan insanlar ayaklandığından psikolojik olarak sen de kalkmak zorunda hissediyorsun. Bırak, bir kereliğine çıkamasınlar. İyice yapıştın mı koltuğuna? O halde biraz daha kafa ütüleyeceğim ona göre!

Sen nasıl şimdi o koltukta oturuyorsan, bu filmin yönetmen koltuğunda da efsane yönetmen Chang Cheh (adının diğer şekliyle Zhang Che ve Metin Demirhan'ın yorumuyla ucubik filmler yönetmeni) oturuyor. Tayvan’da ilk mandarince filmi çekerek film dünyasına atılan Chang Cheh, Shaw Brothers ile ilk filmi Tiger Boy’u 1966’da çekmesine rağmen, asıl başarıyı bir yıl sonra çektiği One Armed Swordman ile yakalamış. Daha önce Shaw Brother ile ilgili yazıda da belirttiğim gibi özellikle 1960’ların ikinci yarısında Hong Kong sineması, Japon sinemasından çok şey öğreniyor. Özellikle teknik açıdan Japon sinemasından (özellikle Akira Kurosawa ve Kato Tai’dan) etkilenen kişilerin başında da Chang Cheh geliyor. Montaj ve ani zoomlar gibi tekniklerin yanısıra öldürme sahnelerindeki acımasızlık ve dönemine göre bol sayılabilecek kan Chang Cheh’nin japon sinemasından etkilendiği diğer tipik özellikleri. Cheh’nin sinemasında kendine has başka bir özelliğine değinmekte de yarar var sanırım. O da özel işkence aletleri. Mesela 1971 tarihli The New One Armed Swordman’de filmin başrol oyuncularından bebek yüz Ti Lung’u işkence aletlerinden biriyle parçalamakta, 1973 yapımı Blood Brothers da Ti Lung’un aksine bu kez David Chiang’ı, itirafı sonrası başka tür bir işkence aletine kıstırmakta, 1978 yapımı yukarda anlatılan Five Deadly Venoms’da da Kurbağayı, çivilerle kaplı bir çeşit “demir bakire” işkence aleti içine kapatmakta ve de Kırkayağı ayaklarını sıkıştırmak suretiyle bağırtmakta beis görmemiş bir yönetmenden söz ediyoruz. Daha önce başka bir filmle ilgili yazarken belirttiğim gibi çinlilerin kanı japonlarınki gibi fışkırmıyor filmlerde ama sen de niye bu kadar meraklısın kana anlamıyorum doğrusu.
Kıyafetlere gelecek olursak, Chang Cheh filmlerinde ana karakterlerin kendilerine has kıyafetleri, çekik gözlüleri birbirinden ayıramayan sinema izleyicisi için kılavuz görevi görüyor. Kimi zaman sade de olsa bu kıyafetler, kimi zaman “yuh” dedirtecek boyutlara da varıyor. Misal Five Element Ninjas ve bu filmde olduğu gibi! Eşcinsel olduğu rivayet edilen Chang Cheh’nin erkek bedenini ön plana çıkarmasına itirazımız yok ama bu kıyafetlere var yani!

Filmin ilk saniyesinden son saniyesine kadar gerilimi ayakta tutan Yung-Yu Chen imzalı müziğe değinmeden geçmek olmaz herhalde. Çok geniş bir filmografiye sahip olan Yung-Yu Chen şu ana kadar seyrettiğim filmler içinde en çok The New One Armed Swordman’in western filmlerini çağrıştıran müziğiyle hafızamda yer etmiş bulunmakta. Bakalım ilerki zamanlarda kendisiyle ilgili daha fazla bilgiye ulaşırsam daha ayrıntılı inceleriz.

Geldik filmin en önemli öğesine, yani oyuncularına. Bu filme kadar Shaw Brothers’ın çeşitli filmlerinde tek tek ya da beraberce rol alan bu 5+1 venomdan 4+1’i, bu filmden sonra 1981’e kadar aynı isimle anılarak bir grup oluşturacak ve aralarında Death Chamber, Chinatown Kid, 2 Champions of Shaolin gibi filmlerin olduğu 14 adet filmde hep beraber rol alacaklardır (5+1’i tanımlamak gerekirse; filmdeki kırkayak (Lu Feng), kertenkele (Kuo Chi), kurbağa (Lo Meng), akrep (Sun Chien) ve Yang Tieh (Chiang Sheng) grubu oluşturan elemanlardır. Yang Tieh, +1. öğeyi oluştururken 5. Venom yılan rolünde Wei Pai’yi görmekteyiz ki aslında grubun dışındadır). Venomlardan üçü, Kuo Chui, Chiang Sheng ve Lu Feng, Pekin Operası’ndan eğitimliler. Hep beraber çektikleri filmlerin yanısıra, ikişerli ya da üçerli gruplar halinde çektikleri filmler de mevcut. Chiang Sheng , 1991’de kalp krizi sonucu vefat ediyor. Bugün Sun Chien ve Lu Feng’in ne yaptığı bilinmiyor. Diğer iki grup üyesi ise halen sinemayla uğraşıyorlar. Kuo Chui, oyunculuğun yanısıra, dövüş koreografı olarak da birçok filmde çalışmış ki bunlardan biri bir türlü seyretme fırsatı bulamadığım ve kendimi yiyip bitirdiğim The Bride with White Hair. Bir de Hard Boiled ve Tomorrow Never Dies’ta boy göstermişliği var.
Kafalar karıştı tabii, 5+1, kurbağa murbağa derken değil mi? Benimki bile karıştı. Yapılacak en iyi şey nedir? Filmi seyretmektir. O halde, yazıyı, filmin orjinal adı olan WU DU ve “ 5”in çağrışımıyla, Jimi Hendrix’in çok sevdiğim şarkısı “If 6 was 9” ile bitirirken esenlikler diliyorum.

http://changcheh.0catch.com/ven-film.htm

24.2.09

ANNE, BÜYÜYÜNCE KURTADAM OLSAM?

Gerçekten gereksiz bir yazıdır, şimdiden uyarırım.
Sabah kalkar kalkmaz yatak keyfi niyetine John Landis’in “An American Werewolf in London” filmini seyrettikten hemen sonra kendimi dışarı attım. Zaten attım attım, yoksa tüm gün evde pinekliyorum hiçbir şey yapmadan. Hava da pek güzeldi söylemesi ayıp. Şehir merkezine vardıktan sonra bir müddet kokoşların caddesi Via XX Settembre’de takıldım. İndirim bitmiş, o yüzden kalabalık da bitmişti. Bir müddet sonra “cinsiyet gereği” elimin sürekli cüzdanıma gittiğini farkeder farketmez ayaklarımın istikametini limana doğru çevirdim. Başına buyruk sol ayağım biraz direndi ama sonunda pes etti. Böyle sarsak sarsak ilerlerken gene hafif sola çektiğimi farkedince oracıkta duruverdim. O da ne? Karşıki duvarda Webster! Yok Webster değil! O yahu! Cıkkk, değil! Hatırlayan varsa lütfen söylesin, bu Webster değildi ama kimdi? Hafızam sıfır! Kendisiyle “Naber len Webster olmayan Webster?” diyerek biraz sohbet ettiğim esnada, ezeli düşmanım insanoğlunun bakışlarına daha fazla dayanamayarak yeniden yürümeye koyuldum. Limandaki müzik markete girdim. Tatataaa! Bir japon yönetmen! Hemi de kim? Shinya Tsukamoto! Tetsuo, Koroshiya Ichi ve Snake of June desem! Baktım hangi filmi var diye, Akumu Tantei (Nightmare Detective) var imiş. Hmm alsam mı acaba? Acaba!? İnanılmaz ama almadım. Bir an kendi kendimi “Eferim, biraz olgunlaştın galiba sen” diye pohpohlarken, dışarıya adımımı atar atmaz bir kere daha (Atari oyunlarının dandik level atlama müzikleri yerine) tatataaa! Son zamanlardaki takıntım, 1 euro ile çalışan para tuzağı oyuncak otomatları! El cüzdana gitmiyor ama bunlar için sinsi ben, her daim bozuklukları ceplerime doldurmuş! Dolayısıyla elimi cebe attım oh oh ne ala! 1’likler cirit atıyor. Tanıştırayım, yeni arkadaşım Şörli! Aynı ben. Hem tombul, hem ebleh! Çok iyi anlaşacağız, eminim. Bu arada içimi bir pişmanlık kapladı tabii, filmi alsaydım keşke diye. İkinci kez kendimi tuttum. Bu arada sadece Şörli değil ki, Şon var, Timi var, Timi’nin anası ve bir de Bitzer var. Var oğlu var da, benim asıl istediğim başka birşey. Dur anlatayım. Şimdi şu alt yandaki arkadaşın gözleri pörtlüyor. Bu mumya. Mumyadan başka kuru kafa, frankeştayn ve drakula var. Bana ilk kuru kafa çıktı, ardından da mumya. 3. denememde, ki bunlar hep farklı zamanlarda oluyor, bir mumya daha çıktı. Drakula’ya taktım ya duramam, illa onu bulmam lazım. Aksi gibi bu otomat da sadece bir yerde var Genova’da benim gördüğüm. O da bir çocuk giyim mağazasının girişinde duruyor. Dün yine gittim buraya, cepte bozuklar, sapık gibi! Önce vitrine bakıyormuş gibi yaptım birazcıcık. Ardından direk saldırdım. İki kere çevirdim ve ikisinde de mumya çıktı gene ya! Nasıl bahtsızım, nasıl bedbahtım anlatamam. Valla yemeden içmeden kesildim. Abur cubur- çikolata aslında- paramı bunlara yatırıyorum. Çikolata yemediğim için de hem süzüldüm hem de uyuzluk kat sayım arttı doğal olarak. Telefonumu ve çekmecelerimi görseniz önce korkabilir sonra da benimle arkadaşlığı dahi kesebilirsiniz yani o derece! Hiç aklınızdan “yeğenlere verirsin n’olcak” diye geçirmeyin. Ölürüm vermem. Böyle bir durumda aynen Sunako-chan gibi oluyorum. Napıyoruz? Hep beraber yana bakıyoruz! Aslında bu resim değil, elinden anatomik iskeleti Hiroshi-kun’u alındıktan sonraki vampir dişli ve parlayan gözlü bir Sunako-chan var ama bulamadım. İsteyen kafasında canlandırsın, istemeyen ..masın! Neyse, azimliyim ama. Bir drakula bulmadan şurdan şuraya gitmem. Şörli’ye sordum ne yapayım şimdi diye, saat 2 suları. Sinemaya git dedi. Hmm... Aa! Underworld: Rise of the Lycans gelmiş! Verdiğim sözler nereye gitti? Gidiyor işte böyle durumlarda. Zaten iş yok güç yok. Kafa çok iyi değil ama seyredeceğiz artık. Lakin daha başlamasına iki buçuk saat var. Bak nasıl acıyorum şu italyan veletlerine. Hiç, okulu asayım da bir sinemaya gideyim gibi bir zevkleri olmamış. Zira en erken seans 15.30’da! Eh, o zamana kadar zaten okul bitti, bitecek. Halbusu var mı şöyle sabah 10.30 gibi ilk filmi patlatıp, ardından bir ikincisini patlabilmek gibisi. Yaa! Ne günlerdi peh peh! Film saatine kadar kendime bir kıyak daha geçip hayatta sevdiğim ikinci sarı şey olan patates kızartmasına gömülüp, löpçük löpçük yaptığım yağlarımla “Heyt be! Bana işleyemezsin artık soğuk!” diye hafif dayılanıp, liman kıyısındaki banklardan birine, tam Gilda’nın karşısına oturdum. Biraz vakit geçmiş idiydi ki, adamın biri oturduğum bankın ucuna birşeyler söyleyerek çömdü. “Bana mı dedin birader “ dedim doğal olarak. “Hava da ne güzel değil mi?” diye geyiğin dalağını yararcasına bir başlangıç yapınca, “italyanca bilmiyorum” dedim bu sefer ingilizce! Riske bak! Ama %80 yırttım yani konuşmaktan! Çat pat birşeyler söylemeye çalışınca bu sefer hiç ağzımı yormadan direk gözümle “ingilizce de bilmiyorum” deyince adam da haliyle sus end dı pus evrenine kapağı atmak zorunda kaldı. Yanlış anlaşılmasın hep böyle uyuz değilim. Yalnız öyle anlar oluyor ki, oturmuş, bir; su sesi, iki; beyaz leş kargası olarak adlandırabileceğimiz martı sesi, üç; karnaval niyetine prenses ve korsan olmuş veletlerin seslerinin bir arada yaptığı gürültüyü , doğrudan insan sesine tercih ettiğim zamanlar –evet belki haddinden fazla çok- oluyor. Bu da öyle anlardan biriydi. Gücendirdiysem özür dilerim! Film saatinin yaklaşmasını fırsat bilip “hoşçakal Gilda” diyerek’ten’ salona uzadım. Hay ben senin! Bilerek koyuyorlar kesinlikle. Burda da yok mu o otomatlardan! “Ee! Yeter ama. Kaç yaşına geldin kızım!” diye güzel bir nutuk çektikten sonra kendime, nutkun hiçbir işe yaramayacağını yaklaşık bir buçuk saat sonra, film bitiminde, anneme telefonda “Anne, büyüyünce kurtadam olabilir miyim?” sorusunu sorduğumda anlamış bulunuyordum. Kıssadan hisse; bir güne iki kurtadam filmi fazla gelebilir, dikkatli olmak lazım.

23.2.09

TURGUT CANSEVER

Mimar ama ondan da öte düşünce adamı Turgut Cansever geçtiğimiz cumartesi günü vefat etmiş. Genelde böyle haberleri gazete veya internetten öğreniriz ya, haftalardır kapalı tuttuğum cep telefonumu açar açmaz vefat haberi gelince bir an için anlamlandıramayacağım çok tuhaf bir hisse kapıldım! Diyemem ki Cansever'in her düşüncesini anlamış, sindirmiş biriyim, lakin sadece mimari anlamda değil, Türkiye’nin bugünkü ‘kültürel’ durumunu anlamak için dahi muhakkak okunması gereken biriydi. Mimari ve felsefe arasında kurduğu tutarlı bağ ile sanırım şu içinde bulunduğumuz ego çağında yapıtları, suratımıza daha çok kere çarpıp duracak!

Fotoğraf: Aga Khan Mimarlık ödüllü Türk Tarih Kurumu Binası-1966

21.2.09

Yoğun istek üzerine; İTALYAN BÂTILI

Çocuk mocuk yapmayarak bir yandan İtalya'nın nüfusunun azalmasına sebebiyet verirken, diğer yandan dert tasa çekmeyerek ömürlerine ömür katan yaşlı insanların kenti Genova'dan yeniden merhaba! Bu seferki dandik konumuz İtalyan Bâtılı'na hoşgeldiniz.

Yanda gördüğünüz asma kilitler, italyan kardeşlerimizin aşklarını daim kılmak için önlerine gelen her parmaklığa astıkları, kimilerine göre temenni kimilerine göre bâtıl inançları. Kilitlerin üzerlerinde genelde tarafların isimleri olmakla birlikte, klasik duvar yazılarında da bulunabilen her türlü geyiğe rastlmak mümkün. Bu fotoğraf Roma'da, Allah kalabalığını eksik etmesin, Trevi Çeşmesi'nin karşısındaki kilisenin kapı parmaklığına ait. Aslında Genova'da da var bu asmalardan emme alındığı günden beri format yüzü görmeyen lapırtopurum, İtalya'ya geleli beri kesintisiz her ay, bağımlıymışçasına format yediği için benim fotolar da arada bir hakkın rahmetine kavuşuyor. Son zamanlarda "hal/durum" manasında "format" kelimesini çok kullanmamın nedenini rahatlıkla buna bağlayabilirim. Konuya geri dönersek, nerde kalmıştık?... Kilitlerin mana ve ehemmiyetini bana anlatan italyan arkadaş daha birçok şey söyledi ama ben o esnada kilitlerin üzerindeki "made in Italy" yazısına takılıp başka alemlere daldığımdan hatırlamıyorum. Zaten tam o an, klasik alık bakışım yüzümde yer etmiş olmalı ki arkadaş da bir müddet sonra susmayı yeğledi.
Bu gibi durumlarda çok sevgili abimin, '80'lerin sonu, '90'ların başında sık sık dile getirmek suretiyle aile fertlerine sıkıntılı günler yaşattığı özlü sözü "Bırak bu işleri, devlet su işleri" ni söyleyerek, bilmem kaçıncı kez aranızdan çekiliyorum.

20.2.09

SHAW BROTHERS


Seyrettiğim wuxiapian ve kung-fu filmlerinin bir çoğunun yapım şirketi olan Shaw Brothers ile ilgili çok kısa bir özet yazmanın zamanı geldi sanırım. Bu yazının ana kaynağı Alberto Pezzotta’nın “Tutto il Cinema di Hong Kong” (Hong kong’un tüm sinemaları) adlı kitabı, onun da kaynak olarak kullandığı Tony Rayns’ın ” La Veritable Histoire des Freres Shaw” adlı eseri ve bilumum internet kaynakları. Yalnız internet her ne kadar derya deniz gibi gözükse de öyle olmadığının sanırım birçok insan farkında. Ne zaman birşey aramaya kalksam onlarca sayfa açılıyor ama neticede hiç tatmin olamıyorum. Bu duygu, beni son zamanlarda çok fazla rahatsız etmeye başladı. Bilmiyorum durum sizde nedir? Arada bir tabi ki güzel makaleler bulmak olası. Kaldı ki şu aşağıdaki üç beş satırı yazabilmek için internette bulup, kaynak olarak kullandığım Tom Green’e ait bir makaleden çokça yararlandım. Yine de kafaya takılan bir konunun peşinden onlarca kitabın izini sürmenin yerini şu hayatta başka hiçbir şey tutamaz herhalde. Öte yandan uzakdoğu sineması ile ilgili türkçe kitap ya da türkçeyi geçtim, ingilizce kitap bulmak bile sıkıntı (internet satış ortamının haricinde konuşuyorum). Ya da aramayı mı bilmiyorum yoksa ben mi hep abuk şeylerle ilgileniyorum da kaynak bulmak bu kadar zor oluyor inanın hiçbir fikrim yok. Şu italyanca kitabı bulmak için bile ne taklalar attım. Son olarak birşey eklemek istiyorum; burda zaman zaman ahkam kesiyormuşum gibi bir durum algılanabilir. Halbuki bir b*k bilmediğim için zaten herşeyi geyiğe vuruyorum. Ama gel gör ki kendimi cehalete adayışımın üstünden seneler geçmesine rağmen içimde birşeyler beni sürekli dürtüyor. Katlederek yazdığım kung fu filmleri sanırım benden intikam alıyor. Şimdi durduk yerde Shaw Brothers’ı yazmamın kime ne faydası var cehalet utancımı kapatmaktan başka? Tek bildiğim vicdanen çok rahatsız olduğum.

Evet evet, kung fu filmleri kesinlikle benden intikamını alıyor!
Shao ailesi, 1925 yılında, Shao Zuiweng (1896-1979) tarafından kurulan Tianyi Film Şirketi ile sinema dünyasına girer. 1928’de diğer üç küçük kardeş Shao Cunren (Runde Shaw), Shao Renmei (Runme Shaw) ve Shao Yifu (Run Run Shaw, 1907 doğumlu), Singapur’a giderek, Güneydoğu Asya pazarının kalbinde üslerini kurarlar. 1937 yılında Tianyi Şirketi, Nanyang adını alır.
1950’de Runde Shaw, kantonca ve mandarince filmler için Shaw and Sons Ltd.’yi kurar ama MP&GI şirketi ile rekabet edemez. 1957’de Run Run Shaw, aile işlerini ele almak için Hong Kong’a geri döner ve Shaw Brothers Film Şirketini yeniden kurar. İlk çıkış, Hong Kong’ta çekilmiş ilk renkli film olması açısından da önem taşıyan Li Hanxiang’ın The Kingdom and The Beauty (Jiang shan mei ren-1960) adlı filmiyle gerçekleşir. Ertesi yıl, Clearwater Körfezi’nde sinema salonlarından ve laboratuvarlardan oluşan Shaw Movietown açılır. Burası herkesin ataerkil bir ailenin mensubuymuşçasına çalıştığı, yemek yediği, uyuduğu ve her türlü konforun sağlandığı küçük bir kasaba havasındadır. Bu ataerkil aile düzeni daha sonraları, sabahtan gece yarılarına kadar çalışılan bir diktatörlüğe dönüşecektir.

1960’ların başında Run Run Shaw, Hong Kong sinemasının amerikan ve japon sinemasıyla başedemeyeceğinin farkındadır ve bu nedenle modernizasyona gider; örneğin teknik yenilikler için japon görüntü yönetmenlerini davet eder, kendi teknik ekibini Japonya’ya gönderir, yönetmen Raymond Chow’u reklam işleriyle görevlendirir ve yurtdışında o dönemde neler yapıldığına dikkat kesilir. Bir seri tesadüf neticesinde, özellikle rakip şirket Cathay’ın sahibi Loke Wan Tho’nun 1964’teki ölümünün ardından, Shaw, 60’lı yıllarda Wuxiapian türü filmlerden hemen önce, Hong Kong film pazarını müzikal ve melodramlarla doldurur (Şüphesiz başarı sadece tesadüflere bağlanamaz. Shaw Brothers’ın filmlerini Tayvan ve Singapur’da da konuşulan mandarince dilinde çekmesi, daha kısıtlı bir bölgede yaygın olan kantoncanın aksine daha fazla ilgi çeker. Bunun dışında rakip şirketin ana üssü halen Singapur’da bulunmakta, Run Run Shaw ise işleri bizzat merkezinden yani Hong Kong’tan yönetmektedir. Bu da ona elbette avantaj sağlar. Wuxiapian filmlerinin ilk başarılı örnekleri 1966 tarihli King Hu’nun yönettiği “ Come Drink with Me” ve 1967 tarihli Chang Cheh’nin yönettiği “One Armed Swordman” adlı filmlerdir. King Hu Pekin Operasından gelmektedir. Dolayısıyla savaş sanatları filmlerine, köklerini geleneksel Çin edebiyatı, resmi ve tiyatrosundan alan sofistike bir estetik değer katmıştır. Kendine has tekniği ile o dönemde hiçbir görsel efekt ya da tel kullanmadan çok başarılı dövüş sahneleri çekmiştir. Chang Cheh’nin Shaw Brothers’da çektiği ilk wuxiapian filmi 1966 tarihli Tiger Boy olsa da başarıyı One Armed Swordman ile yakalamıştır ve film teknik olarak japon filmlerinden etkiler taşır. Bu esnada Raymond Chow, Golden Harvest film şirketini kurmak için Shaw’dan ayrılır ve Bruce Lee ile de anlaşma imzalar. (Burda bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. Bruce Lee’nin Golden Harvest’la piyasaya çıkış filmi The Big Boss’ tan hemen önce, wuxiapian filmleri miladını çoktan doldurmuşken, Shaw Brothers ilk kung fu filmi The Chinese Boxer, diğer adıyla One Armed Boxer’ ı (1971) vizyona-rakip olarak- çıkarır. Bruce Lee’ye karşı Jimmy Wang Yu! Ayrıca Golden Harvest ve Bruce Lee (ve de diğer çalışanlar) arasındaki daha serbest koşullarda oluşturulan ilişki, Run Run Shaw’un despot yönetimi altındaki ekibi arasında ilk çatlakları vermeye başlar. Shaw Brothers’ın pazarda daha fazla yer kapmak için çektiği filmlerde dilin mandarince olması, kantoncanın daha ağır bastığı Hong Kong’ta ters tepmeye başlar. Bruce Lee’nin ölümünün ardından Golden Harvest’ın yeni gözdesi Jackie Chan, Shaw Brothers’ın köhnemiş kung fu temalarına yeni bir soluk getiren kung fu- komedi tarzı ve de televizyonun öneminin artması ile işlerin ters gitmesi hızlanır.



1970’lerde Shaw, yılda 40 kadar film üretmektedir. Ama seksenli yıllarda bu sayı yarıya düşer. Bu dönemde diğer büyük prodüksiyonların üstesinden gelebilmek için bir yandan korku türüne yönelir (Seeding of a Ghost 1983), diğer yandan New Wave akımının yönetmenlerini takımına katar (Ann Hui-Love in a Fallen City, Patrick Tam- Cherie ve Stanley Kwan- Women). Ama bu sonun başlangıcıdır. ‘80’lerin sonunda prodüksiyonlar tamamen durur ve salonlar televizyon şirketlerine kiraya verilir.

1960’larda wuxiapian filmleriyle çıkışını yapıp en büyük film şirketi haline gelen, ‘70’lerde özellikle bir adamın (Bruce Lee) sinema piyasasındaki yeniliğiyle, hem ilk kung fu filmlerini yapan hem de iç yönetiminde ilk darbelerini alan, ‘80’lere gelindiğinde ekonomik ve kültürel nedenlerle daha fazla baş edemeyip film prodüksiyonundan tamamen elini ayağını çeken Shaw Brothers film şirketinin tarihi kısaca bu kadar. Her zamanki gibi üşenmezsem bir sonraki Shaw Brothers yazısında oyuncular, yönetmenler, filmler akla ne gelirse onlara değinelim...

19.2.09

AKŞAM DİŞLEMEYE MİSAFİRİM VAR / A CENA COL VAMPIRO

Haça, sarmısağa ve bilumum diğer vampir-savara zafiyet göstermeyen vampir klişesinin bir diğer örneğiyle karşı karşıyayız. Boynunda haç taşıyan, Mezopotamya menşeli, eklektik olmakla birlikte islam mimarisinin mukarnaslı sütun başlıklarını, tavan ve duvarlarda geometrik desenli süslemelerini bünyesinde barındıran bir kalede yaşayan, üstelik 'malum' yaşam şartları dolayısıyla, ekmeğini yönetmenlikten çıkarıp, bir de nihilistin önde gideni, intihar eğilimli bir vampirle (Jurek-George Hamilton). 4000 yıllık uzun uzun upuzun (kabul etmek lazım gerçekten biraz fazla uzun) yaşantısından artık gına getirip ölmek isteyen vampirimiz, kendisini öldürecek adam bulabilmek adına güya çekeceği film için oyuncu seçmesi düzenler. Seçmelerde boy gösteren, sanatın farklı dallarında sergiledikleri performansları ile göz dolduran(!) 4 kişi-Gianni, Sasha, Monica, Rita- vampir yönetmenimizin filminde oynamak için en birinci sıradan seçilirler. Lakin o anda yönetmenle tanışmadıkları gibi, doğal olarak vampir olduğunu da bilmemektedirler. Hep beraber bindikleri Rolls Royce ile vampir yönetmen Jurek’in kalesine doğru yol alırken yüreklerinde sanat yapacak olmalarının aşkı, akıllarındaysa tiplerine bakılırsa hiç ama hiçbir şey yoktur. Bir sahnede puf böreği gibi şişmek suretiyle mezarından dikelerek canlanışına tanık olduğumuz vampir gibi boş karakterlerden oluşan 4 kişilik ekibimiz, kaleye vardıklarında, her türlü böcek ve çiçek yiyerek nutrisyon olayını halleden kambur uşak tarafından karşılanıp, yönetmenin asistanı tarafından içeri buyur edilirler. Haunted House’un vampirli versiyonuna hoşgeldiniz. Bu arada evin gedikli deli karısı (Isabel Russinova)ile de tanışırız. Bu abla anlamlı anlamsız kahkaları ve barok dönem kokoş kıyafetleri ile zaten yeterince eklektik olan iç mekana ayrı bir hava katmaktadır. O da dekordan öteye gidememiş gördüğüm kadarıyla o açıdan seti tamamlamış denebilir. Vampir yönetmenimiz salona teşrif edene kadar, asistan tarafından konuklara yönetmenin "Vampir" filmi seyrettirilir. Ama tam vampirin nasıl öldürüleceği sorunsalına gelindiği zaman makine bozulur, film kopar. Bizim kafadarlar dalga geçip, aptal saptal konuşa dursunlar, vampirimiz de kaleye teşrif etmiş en güzel kırmızı Christofer Lee kıyafetleri içinde konuklarını yimek sofrasına davet etmiştir. Burda niyetini arkadaşlara güzelcene açıklar ve ekler “Eğer siz beni şafak sökene kadar öldürmezseniz, işte o zaman ben sizi dişlemek suretiyle ölümsüzlüğe mahkum ederim”. Aksiyon başlıyor dostlar. Bizimkiler, önce, tabi ki kaçmaya yeltenir. Her ne kadar yarasaya dönüp küçük deliklerden geçebilme kabiliyetine sahip olmasa da vampirimiz, onun da bazı numaraları var elbette kapalı mekanlara girebilmek için. Kahramanlarımızı her köşeye sıkıştırdığında beni göz yaşlarına boğan yöntemlerle geri püskürtüldü vampir Jurek.
Ay paçoz vampir ya! Önce gözüne sprey sıktılar, sonra elini kapıya sıkıştırdılar, ardından ağzına masanın üzerinde duran korku filmlerinden birinin video kasedini (Per favore non mordermi sul collo-Lütfen beni boynumdan ısırmayınız! manasına gelir ve Roman Polanski'nin The Fearless Vampire Killers ya da Dance with the Vampire adlarıyla bilinen vampir komedisi filmidir) tıktılar (Lakin gözümden kaçmadı, bu kaset ağzına ilk tıkılan kaset değildi, neyse...).
Ya kardeşim, böyle vampir olmaz olsun! Vampirlerin yüz karası! Bu arada dalgacı Gianni de ayrı salak yani. Lan oğlum, adam sana göğsünden dana gibi haç çıkarıp göstermiş, sen hala herifi kazıklamaya çalışıyorsun. Ne diyeyim ben sana, zamane genci! Bu arada vampirimiz kazıklandığında ağzından Exorcist misali yeşil yeşil sıvılar aktı ki hiç o konuya girmiyorum. Öte yandan kahramanlarımız azıcık sanat tarihi bilselerdi, vampirin yaşadığı yerin mimarisine bakarak çok rahat onu alt edebilirlerdi. Zira islam mimarisinin hüküm sürdüğü bu evde, elbetteki vampir haçlan maçlan korkutulamaz. Halbusu alaydınız elinize bi Kur’an, serpeydiniz iki zemzem suyu, bak bakalım vampir o zaman kimi dişliyor.
Daha fazla uzatmayayım, sonuçta bizimkiler filmi tamir etmeyi başarıp, filmin sonunu izlerler. Vampir Jurek’i nasıl öldürüeceklerini öğrenip, Dorian Gray’e göndermeli cinayet yöntemiyle vampirimizi ölüm isteğine kavuştururlar. Gianni, canlanırken şişip, ölürken de foslayan vampirimizin dişini hatıra niyetine yanına aldıktan sonra, hep beraber elele tutuşarak kaleyi terkederler.
Oğul Bava’nın (Lamberto), 1988 tarihli italyan televizyonu için çekilmiş, A Cena Col Vampiro isimli bu filmi, ingilizce Dinner with the Vampire adıyla da bilinmekte. Sanırım Bava’nın filmografisinde düz anlamdaki en kötü filmi olarak görülüyor. Öte yandan benim için süper bir film olduğunu söylemeliyim. Sisler içindeki kale ve kalenin altındaki kripta, on bin kere göstersen insanı bıktırmayacak (bu insan ben oluyorum sanırım) atmosferler. Her ne kadar 4’lümüzün karakterleri boş dedim ama, şakacı, romantik, helecanlı(!) ve ne olduğu beli olmayan gibi dört farklı karaktercik var ortada. Çok fazla kan revan yok filmde yalnız çok hoş bir kalp çıkarma sahnesi var mesela. Bir de mahzendeki iblisleri beslerkene asistanın onlara sakatat atma sahnesi var kanlı kanlı, emme bunun konumuzla bir ilgisi yok (bir tek orda şey ettim ben biraz, doğruyu söylemek gerekirse). Son olarak, şunu söylemek isterim; Bu filmde hem klasik bir vampir filmi, hem de vampir filmleriyle dalgasını geçen başka tür bir vampir filmini birlikte izleme şansımız var. Daha ne olsun! Oh be! Vallahi kendime geldim yahu! Gelsin sıradaki...
Y: Lamberto Bava
O: George Hilton (vampir Jurek)(Birşey söylemeye gerek var mı?), Riccardo Rossi (Gianni) , Patrizia Pellegrino (Rita), Yvonne Scio (Monica), Valeria Milillo (Sasha) , Isabel Russinova (deli karı-ama es geçmeyelim sevilen sayılan bir abla)
Kendime not: Mukarnas gördüm ve yeniden depreştim tek kelimeyle!

17.2.09

TERSNİNJA'DAN DUNKELBUNT KONSERİNE BİLET

Her ne kadar her türlü sosyal oluşuma karşı olduğumu elime geçen her fırsatta bas bas bağırsam da sadece müzik için kendi kendimle ters düştüğüm sık olmasa da görülmüştür. Ama bilirim ki sen, insan canlısı, sevgi tomurcuğu birisin. Eh iyi bir müzik dinleyicisi olduğun da belli! O zaman ne yap ne et 21 şubattaki Dunkelbunt konserine git (beni karıştırma, evim derim başka şey demem şu hayatta). Detaylar http://www.tersninja.com/ters-ninjas-list-ghettoda-dunkelbunt-dinlemek-isteyenler-elini-kaldirsin/ burada. Şu an kafam öyle kötü ki, kaç kişi gidiyormuş, kurallar neymiş on saattir okuyorum ama hiçbir şey algılayamıyorum. Bir zahmet canım sen oku, gerekirse beni bilgilendir, kopya istersen mail at, şu tatsız tutsuz hayatta bir gececiğini en azından müzikle güzel geçir (Burda, varolduğundan beri kendini duyurmakta zorluk çeken sesim biraz titremiş olabilir itiraf ediyorum).

16.2.09

TORİNO ULUSAL SİNEMA MÜZESİ / MUSEO NAZIONALE DEL CINEMA

Müzeye geçmeden evvel, içinde konuşlandığı yapıdan bahsetmekte yarar var, zira Mole Antonelliano adlı bu yapı, Torino’nun simgesi. Mimar Alessandro Antonelli tarafından 1863 yılında sinagog olarak kullanılmak amaçlı yapımına başlanıyor ama mimarın artık kime meydan okumaya çalıştıysa yapının yüksekliğini sürekli değiştirmesi dolayısıyla bir türlü bitirilemiyor. Başlangıçta 113 metre yükseklikle tasarlanan bina, mimarın 1888’de ölümünün ardından kimi kaynaklara göre 1889’da, kimi kaynaklara göreyse 1897’de, 167,50 metre yüksekliğe ulaşarak ancak bitirilebiliyor (Ben daha iki ay önce çizmeye başladığım şeyden sıkılıyorum...). Ayrıca döneminin bu kadar yüksekliğe ulaşma başarısı (!) gösterebilmiş yegane yığma yapısı olma özelliğini hala da taşımakta. Zaman içerisinde yıldırımlardan nasibini alarak sürekli güçlendiriliyor. Yapının inşaatı bittiği zaman ise kentin yahudi cemaati çoktan umudu kestiği için, uzun yıllar İtalyan Birliği (Risorgimento) Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. 1996-97 arası yığma yapının içerisine çıplak beton strüktür eklenmek suretiyle restore edilerek, sinema müzesi olarak kullanılmaya başlanıyor. Mole Antonelliano’nun bir diğer atraksiyonu da şüphesiz tam merkezinde bulunan ve bilmem kaç metre yüksekliğe çıkartarak Torino’yu panoramik olarak izlemeye imkan veren asansörü. Bu asansör 8+1 (görevli) kişi kapasiteli ama bana kalırsa 7+1 daha uygun olur. Zira içiçe girmek zorunda değiliz değil mi canım kardeşim! Daha detaylı anlatmak gerekirse buyrun hep beraber dinleyelim;

İnsan can’sızı’ Tuğba’nın ikinci Torino macerası

Malum Torino’ya ilk gidişimde bir iki müzeye girmiştim ama tek gün yetmemişti. Zaten o esnada Torino Film Festivali’nin deli kuyruğu ve ondan daha deli esen bir rüzgar olduğu için, küçük bir katalog alıp, film seçmek (tabi ki önce japonları), esen rüzgarın da etkisiyle donarak yer değiştirmekten öteye geçemeyen ufak bir maceram olmuş, iki fotoğraf çekerek olay mahallinden ayrılmış idim. İyi ki de öyle yapmışım çünkü o gün sinema müzesine girseymişim çıkamayabilir, bu yüzden de kenti menti büyük ihtimal gezemeyebilirmişim. Her neyse... İkinci gidişimde diğer işlerimi halledip, ferah Torino meydanlarından ve bir o kadar daha ferah sokaklarından geçerek yapının önüne geldim. O da nesi? Bir kuyruk, hemi de bu saatte! Baktım, müze+asansör kuyruğu, yoksa sadece müzeye girmek istersen kuyruk muyruk yok, direk gir. O an ne düşündüm, inanın tam olarak bilemiyorum ama ben bu kuyruğa giriverdim. Hani buraya kadar gelmişim, bari panoramik görüntü olayından ben de nasipleneyim mi dedim, ne dedim vallahi şu kadarcık olsun hatırlamıyorum. Kaldı ki kalabalıklarla hiç işim olmaz ve hemen kısa yola yönelirim genellikle. Neyse, girdik bir kere bekleyeceğiz artık. Rüzgar yok ama gölgede insanı ısırmak suretiyle bitiren bir ayaz var. Bu arada yıllardır soğuktan korusun diye löpçük löpçük yaptığım yağlar şu İtalya’ya geldim geleli beni korumuyor. Dondukça donuyorum. Görünürde yağ tabakamda bir azalma yok ama... Bekle Allah bekle. İtekleyerek ilerliyor sıra. Bu arada arkamdaki fransızlara çok pis uyuz oldum. İnsanlar, kuyrukta beklerken neden insani mesafe bırakmayı bilmezler anlamıyorum doğrusu. O açıdan ne zaman kuyrukta beklesem, kuyruğu yarıp diğer tarafa geçmek isteyen insanlar hep benim önümden geçer. Ona da ayrı sinir olurum ya neyse. Uyuzluk katsayım bugünlerde had safhada galiba. Hmm... Biraz ara veriyorum...
..................................................................
Ne diyordum? Hah tamam...(Bu şarkıyı bu adamdan dinlemek çok manidar. Fonda Nick Cave-What a Wonderful World çalıyor da...) O da ne? Aynı kuyruk-doğal olarak- asansörün önünde de yok mu? İşte ne düşündüysem dedim ya... Işınlanacağız diye hayal etmiş olabilirim bir ara itiraf ediyorum. Önce kuyruğa girdim ama iki dakika sonra “Ee yeter be! Seni mi bekleyeceğim. Elinin körü!” deyip, kuyruğu yara yara müze girişine yollandım. Oh be dünya varmış. Nefes aldım vallahi. İlk kat “Sinemanın arkeolojisi “ diye bir bölümle adlandırılmış. İtalyan gölge tiyatrosundan başlamış,bir sürü büyülü fener, büyülü fenerlerde kullanılan çeşit çeşit çizimler, zoetroplar, folioskoplar, anamorfozlar ve daha bir sürü şey ziyaretçinin hem göz seyrine hem de kullanımına sunulmuş. Bu şeyler arasında Sultanahmet Camii’nin 1880’lerde avlusundan çekilmiş bir fotoğrafını da üç boyutlu şekilde görebilirsiniz. İlk katta o kadar zaman harcadım ki şöyle bir kendimi silkeleyip bir hızla üst kata yönelmişim (Çocuk olsam hiç çıkmak istemezdim herhalde). Bu katta bir filmi oluşturan elemanların hepsini kendilerine ayrılmış bölümlerde görme şansına sahibiz. Yönetmenler, oyuncular, yapım aşaması, senaryo, kostümler vb... İzlemenin yanısıra duyusal olarak da etkiliyor mekan. Çünkü her bir bölümde kurulmuş ekranlarda bir kaç filmden alınmış bölümler oynarken, kulağınıza hiç de yabancı olmayan film replikleri geliyor. En sevdiğim tarafı da bu oldu zaten.
Üst kat aynı zamanda yapının ana merkezi ya da boşluğu diyeyim. Yukardan asılmak suretiyle yapıya eklemlenmiş bir rampayla iç boşluk boyunca yukarıya tırmanıyorsunuz. Tüm rampa boyunca film afişleri ve set fotoğrafları bulunuyor. Şu sıra yönetmen Francesco Rosi’nin sergisi olduğundan dolayı tüm posterler ve fotoğraflar onun filmlerine ayrılmış. Bu iç boşluğun alt katında yayılmak için dişçi koltukları ve iki adet dev ekran yerleştirmişler ki isteyen yatıp, ya o an yayınlanan filmleri seyretsin ya da tavandaki görüntüleri takip etsin. Arada bir de üst kule pencerelerinin perdeleri aniden açılıp, ziyaretçiye vampir misali “kör oldum” günışığı parlaklığı verdikten sonra aniden kapanıp, tavana yıldız mıldız görüntüleri yansıtarak eski loşluğuna geri döndürüyor mekanı. Yalnız bu esnada kasmadan fotoğraf çekme ve tuğla yapıya beton takviye ve işli tavan detayını iyice görme şansını da yakalıyorsunuz(!). Tepeye çıkınca televizyonun ortaya çıkışıyla değişen sinema sektörü ve televizyonun günlük hayattaki yerine dair, 60’lar, 70’ler, 80’lerdeki oturma odaları tasarlanmış. Sonra gerisin geri geldiğiniz yerden aşağı dönmek zorunda kalıyorsunuz (ki çok saçma), ana boşluk, dişçi koltuklarının olduğu yere. Burda, mekanın çevresindeki odacıklarda korku, western, animasyon, absürd gibi türlere ayrılmış bölümler var. Korku bölümüne bir mağaradan giriyorsunuz ve Bela Lugosi’nin tabutunun üzerine basarak korku sinemasının başyapıtlarından derlenmiş filmlerden görüntüler izleyerek posterlerin sergilendiği aynalı odaya geçiyorsunuz. Tabutun üstünden “tööbe yarabbi” diye basmadan atlayıp karşı duvarda asılı perdede dönen filmi seyretmek için biraz da yorgunluktan oracıktaki merdivene çöktüm. Ben bööle sırıta sırıta seyrederken gelip geçen de hayrola manasındaki bakışlarla durup seyretmeye başladı. Bu arada içimden sanki tüm bölüm bana aitmiş gibi gitsenize ya diye de geçirmiyor değilim, neyse... odalardan geçe geçe ana mekanın etrafını da tavaf edip en tepeye, şehre tepeden bakabilmek için asansörün önüne teşrif ettim. Hayda! Gene olmadı. Hala kalabalık. Kuyruk artık görevlinin belirlediği kurdelenin dışına taşmış. Ben gene önce dibe ekledim kendimi, sonra yok bekleyemeyeceğim diyerek hediyelik eşya dükkanına attım kapağı. Bu arada içimde de aylardır aradığım kitabı belki bulurum gibisinden bir his var. Aman nerde! Aradığım kitap da bişey olsa gam yemicem yani! Yok yok yok. Koskoca müzeye hiç yakışmamış bu dükkan valla. Hiçbir şey yok. İnsan en azından kitap çeşitlerini arttırır... Bunun hırsıyla bir kere daha asansöre yöneldim. O an Buda beni andı zaar, böyle pamuk gibi bi insan evladı oluverdim. Sırt ağrımı, küçük ayak parmağımı, gittikçe sağa yatan omzumu, arkamdaki salak çifti, önümdeki başka salak bi çifti daha boşverip kafamda çok saçma birşey kurarak beklemeye başladım. Nihayetinde 8+1 asansöre doluştuğumuzda insanların sanki ilk defa asansöre biniyormuş gibi ettikleri abuk sabuk laflarla azıcık olsun neşelendim ne yalan söyleyeyim. Vardık mı tepeye? Gördük mü kenti? Mutlu muyuz? Vardık, parmaklıklar (!) arasından gördük, niye mutlu olayım canım, sen de bir alemsin! O parmaklığın, orda ne işi var anlamadım doğrusu. Hem panoramik görüntü diyorsun hem de bu görüntüyü resmen kesintiye uğratıyorsun. Kazıklandım ve giden zamanımı geri istiyorum. Böyle mırmır söylenirken bir kuyruk da aşağı inmek için bekledik mi? Arkamdaki çiftten söz etmiş miydim? Hiç bahsetmeyeyim iyisi mi... Nihayet aşağı inip, kendimi bir hışımla dışarı attığımda, uzun süre insan içine çıkmama kararı almış ve odamdan dahi çıkmamak üzere evime doğru yollanmış idim.
Ben bu müzeyi sevdim sevmesine ama açıkçası çıktıktan sonra biraz yavan geldi sanki. Keşke şu da olsaymış bu da olsaymış diyemeyeceğim ama sinema öncesine ait bölüm çok kapsamlıyken, asıl sinemaya ait bölüm biraz daha geliştirilebilirmiş gibi hissettim. Elbette bir müzeden elindeki herşeyi sergilemesini bekleyemeyiz ama... Öyle hissettim işte ne bileyim. Bu arada müze içerisinde, broşüründen anladığım kadarıyla bayâ kapsamlı bir kütüphane de var. Belki kitabı orda bulabilirdim eğer ki kapalı olmasaydı. Şans şans şans diyor, bir sonraki abidik end dı gubidik aptal maceramda isteyenlerle buluşmak üzere diyerek en nihayetinde noktayı kondurabiliyorum.
Of yeter! Çekin fişimi... Dıt...Dıt...Dıt...Dıt...

15.2.09

PROFONDO ROSSO/DEEP RED-DARIO ARGENTO


Sıkıntıdan ne yapacağımı şaşırdım sanırım! Dario Argento'nun Deep Red filminde kullanılan Torino'daki C.L.N meydanı (Piazza C.L.N) ve Po çeşmesi (Fontana del Po). Helga Ullman'ın (Macha Méril) öldürüldüğü sahnenin (2. fotoğraf) yerini başka açıdan hatırladığım için tam çekememişim). Aman buna da şükür! "Bize ne?" diyebilirsiniz, serbestsiniz...

13.2.09

SUEHIRO MARUO

1956 Nagasaki doğumlu manga sanatçısı ve illüstratör Suehiro Maruo’ nun yayıncılık dünyasına girmesi kolay olmaz. 1973 yılında ilk manga çalışmasının yayınının reddedilmesinin ardından 1980’e kadar Suehiro’dan ses çıkmaz. 1983’e gelindiğinde Barairo no Kaibutsu (Rose Colored Monster)adlı mangasıyla piyasaya nihayet resmi olarak girmiştir (1) . Ero-guro’nun (erotik grotesk) babalarından biri olarak anılan Suehiro Maruo’nun başlıca karakterlerini, yetişkinler tarafından sürekli ihanete uğrayan ‘masum’ yeniyetmeler, fiziksel deformasyonlu insanlar ve ‘kendi adaletlerini’ (Suehiro’daki adalet bildiğimiz adaletten değildir ama), kötülüğe kötülükle karşılık vererek sağlayan insanlar oluşturur. Liseden atıldığı rivayet olunan Suehiro’nun baş karakterleri belki de bu nedenle yeniyetmelerdir (her ne kadar böyle psikolojik bağlantılar kurmayı sevmesem de...). Zira, okul ortamında sürekli arkadaşlarının alaylarına maruz kalan tiplemeler boldur. Ki bu tipler daha sonra ‘deforme’ olmuş beyinlerinde ne kadar kötülük varsa ortaya dökeceklerdir. Bir hikayesi olan ‘uzun metrajlı’ diyebileceğimiz mangalarından Inugami Hakase’de (Inugami Expert-1994) ruhları yöneterek insanlara kötülük yapanları, yine aynı yöntemi Shikigami’yi kullanarak durdurmaya çalışan Inugami uzmanının maceralarına, Shoujo Tsubaki (Midori-1984)’de anasız babasız kalmış Midori’nin ‘hilkat garibeleri’nin sirkine zorla katılarak, gördüğü eziyetler karşısında masumiyetini bir şekilde korumasına, Paraiso: Warau Kyuuketsuki 1-2’de (The Laughing Vampire-2000) ise insanlardan kötülük görerek ‘vampire’ dönüşen bir kadının, kendi tarafına kattığı oğlanın yeni dünyasına tanık oluruz. Bunun yanında bir de hikayesi olmayan ama sanatçının bir fikrin etrafında bizi dolaştırdığı, zaman zaman içine dahi sokmadığı (benim giremediğim var valla) kısa çalışmalar da var.
Hikayelerin dışında, Suehiro’nun başlıca temalarını ırza geçme, seks, çeşitli iğrençlikler, pedofili, sadizm vb. oluşturur. Seks, ölüm, masumiyet gibi kavramları yılan, böcek ve kelebek görüntülerini bol bol kullanmak suretiyle gözümüze sokar. Mangalarda zaman hep 1930’lara takılı kalmıştır. Japonya’nın 1926-1989 arasındaki Showa Döneminin ilk yıllarına. Suehiro’nun bir diğer takıntısı da Alman Ekspresyonist Sineması’dır. The Cabinet of Dr. Caligari, Metropolis, M, Nosferatu gibi filmlerin sahnelerini Paranoia Star’da (1986) Triumph of the Will bölümünde, birebir kullanmaktan çekinmediği gibi, kimi ‘hikaye’lerinde de özellikle The Cabinet of Dr. Caligari’deki Cesare karakterinden görüntü olarak etkilendiği aşikardır (Laughing Vampire’daki ana karakter gibi )- (Alman Eksp.’den farklı olarak Nosferatu (1922) ve Dracula filmlerinden de sahneler vardır). Ama daha da önemlisi Barairo no Kaibutsu (1982) mangasında ‘The Cabinet of Dr. Caligari’yi aynı isimle, New Nation Kid (1999) mangasında ise Sleeping Man adlı bölümde Fritz Lang’ın ‘M’ filmlerini kendine uyarlayarak çizgiye dökmüştür.
Film sahnelerinden başka Marlene Dietrich ya da Hitler’in görüntülerine rastlamak da mümkündür. Bunlardan bağımsız olarak Lunatic Lover’s (1997) adlı mangada Japon korku edebiyatının hatırı sayılır eseri Kwaidan; Stories and Studies of Strange Things’deki Hoichi The Earless’ ın (Kulaksız Hoichi, Mimi-nashi Hoichi-1964 tarihli aynı adlı filmi de vardır) uyarlaması bulunmaktadır. ‘Modern’ zamanda geçen hikayede Hoichi’nin ‘Biwa’ sının yerini gitar almıştır. Klasik hikayeyi çok bozmayarak kurgulanan bu öyküde, yaptığı müzik nedeniyle ruhlar tarafından ele geçirilen Hoichi, maalesef herkesin bildiği gibi kulaklarını kaybetmekten kaçamaz. The Doors ve grubun 1967 tarihli Strange Days albüm kapağının posteri Hoichi’nin duvarını süslemektedir. Joel Brodsky tarafından fotoğraflanan kapakta sirkte çalışan ‘hilkat garibeleri’nin yer aldığını belirtmenin bilmem gereği var mıdır? Suehiro Maruo, yazının başında belirttiğim gibi aynı zamanda illüstratördür. Amerikalı avant-garde sanatçı John Zorn’un Naked City projesi albümlerinin illüstratörlüğünü de yapmıştır.
Mangalardaki sinema ve müzik sanatına dair referanslardan başka resim sanatına ait referanslara çok olmasa da rastlamak mümkündür. Örneğin Midori’de ( Mr. Arashi’s Amazing Freak Show adıyla animeye de uyarlanmıştır) ve Barairo no Kaibutsu’daki Z-Boy’da sürrealist sanatçı Rene Magritte’ in Decalcomania, The Mysteries of Horizon gibi melon şapkalı imgelerin yeraldığı eserlerinin uyarlamasını bolca görebiliriz. Melon şapka (bowler hat), 1849 yılında ingiliz Edward Coke tarafından, at binicilerinin kafalarını korumak amaçlı tasarlanmış ve II. Dünya Savaşı öncesine kadar oldukça popüler olmuş bir şapka türü. Yani dönem olarak da Suehiro’yu yakalayan önemli bir simge. Magritte’ten başka, İsviçreli ressam Arnold Bocklin’in The Isle Of Death (Ölüm adası) tablosuna Laughing Vampire’da, The Plague (Veba) tablosuna ise Lunatic Lover’s’ın Nonresistance City adlı bölümünde rastlamak mümkün.
Suehiro Maruo, bir çok mangasında aynı simgesel görüntüleri kullanıyor. Bunlardan biri arkası dönük kızlar. Ya okuyucu olarak biz şahitlik ediyoruz buna yahut manganın beyni deforme olmuş yeniyetmesinin gözüyle görüyoruz. Ağızdan çıkan veya ağza giren yılanlar veya böcekler, ortalığı kana boyayarak ‘çıkan’ ceninler, seks esnasında cinslerden birinin, diğerinin göz bebeğini yalaması (40 yıl düşünsem ne anlama geldiğini anlayamam. Anlayan varsa beri gelsin) gibi... Aklı oldukça bozulmuş, yalnız aklı ne kadar bozulduysa etkisi çizgisine doğru orantıyla muhteşem olarak yansımış sanatçı için ne desem az ya, yine de, “benim gibi masum(!) bir insanın beyninin ırzına geçmekte bir sakınca görmeyen Suehiro’ya, ben de ‘sapık’ demekte bir sakınca görmüyorum” diyerek Shoujo Tsubaki mangasından Midori adıyla uyarlanmış animeye geçiyorum. (Şimdiye kadar yazdığım en ciddi yazı da bu oldu herhalde!)

Midori yahut diğer adıyla Mr. Arashi’s Amazing Freak Show, Suehiro Maruo’nun ismiyle anılmasına rağmen, Suehiro’nunkinin yanına bir başka isim daha eklemek gerekmekte. Animenin yönetmeni Hiroshi Harada’nınkini. 12.yy’da Japon Budist Tapınaklarında hikaye anlatarak eğlendirme amaçlı kullanılan KAMI SHIBAI’ye saygı niteliğinde çekilmiş bir anime Midori. 1920’lerde Japonya’da yeniden canlanan Kami shibai’de hikayeyi tek bir kişi, Emakimono denilen manganın atası da sayılan resimli ve yazılı rulolarla seyirciye anlatır. İşte bu animede de tüm çizimler tek bir kişinin elinden çıkmıştır; yönetmen Harada’nın. 1987’de başlayıp, beş yıl boyunca üstünde çalıştığı Midori’de, bu yüzden çok fazla hareket yok. Animenin bir diğer özelliği de sinema salonu için çekilmemiş olması. Hatta Harada bu konuda oldukça hassas fikirlere sahip, filmin video ya da Dvd olarak yayınlanmasını dahi istememiş! (İlginç bir tiple karşı karşıyayız!) (2)
Konuyu zaten üst tarafta biraz çıtlatmıştım. Biraz daha ayrıntıya girmekte sakınca yok sanırım. Midori, babası evden kaçmış, annesi de fukaralığın getirdiği hastalık sebebiyle Hakkın rahmetine kavuşmuş bir kız çocuğudur. Geçimini çiçek satarak sağladığı sırada karşılaştığı melon şapkalı amcanın yardım sözlerine kanarak, adamın verdiği adrese gider ve geri dönüşü olmayan yola böylece girmiş olur. Melon şapkalı adam, kolsuz mumya, yılan kadın, testisli kız vb. hilkat garibelerinden oluşan bir sirkin sahibidir. Büyük umutlarla sirke gelen Midori’nin masumiyetini, ırza geçme ve türlü eziyetlerle çalarlar (!)(Var bir sebebi ünlem koymamın bekle biraz).Midori her ne kadar bu ekibin içine girmişse de asla onlardan biri olmayacaktır. Her gün çektiği onca eziyete karşın dayanmakta, kasabadan durmaksızın geçen trene her el sallayışında ise umutları yavaş yavaş tükenmektedir. Çıldırmanın eşiğine geldiği gün, cam şişe içine girme marifeti gösteren büyücü/illüzyonist bir cüce de gösteriye katılmak amacıyla çıkagelir. Cücenin gelmesiyle Midori, aşkı bulur. Bu sahnelerde bol bol kelebek görürüz. Sirkin tüm getirisini artık cüce’nin gösterisi sağlamakta, o yüzden herkes ağzının içine bakmaktadır. Bu arada Midori’ye kötü davranan diğer elemanlara karşı cüce, Midori’nin önünde koruma kalkanı oluşturmuştur (N’oldu? Yumuşadınız hemen!) Midori de bundan istifade edip özgüvenini birazcık geri kazanmış, deyim yerindeyse ‘dilli düdük’ olma yolunda ilk adımını atmıştır. Velakin hilkatlardan birinin Midori’ye aşkını ilan etmesine tanık olup, kıskançlıktan küplere binen cüce, elemanı oracıkta algılarıyla oynayarak öldürmüş, buna tanık olan Midori, çok korktuysa da cücenin ağzından girip burnundan çıkması dolayısıyla aşkını bitirmemiştir. Cücenin öfke kontrolü konusunda problemi olduğunu bir sonraki sahnede kendisini hor görerek ölümcül kelime “yerden bitme”yi suratına haykıran seyirciyle beraber salondaki herkesi, yine, büyü, hipnoz, işte her neyse onunla yerlebir etmesinden anlamış bulunuyoruz. Böylesi bir öfke krizinin ardından, Midori’yle beraber sirki terkedip, Midori’nin isteği üzerine eve dönmek üzere yola çıktılarsa da Suehiro Maruo’dan bahsediyoruz, yani klasik anlamda mutlu son beklemek gafletine düşmemek gerektiğini belirtmek isterim. Filhakika, otobüs bekledikleri sırada, yiyecek birşeyler almak için kasabanın içine doğru gidip, Midori’den uzaklaşan cüce, kaderin cilvesi neticesinde yanlışlıkla kaçan bir hırsız tarafından öldürülerek, Midori’nin bir kere daha yapayalnız kalmasına sebebiyet verir. Lakin az sonra izleyeceğimiz sahne sebebiyle, zaten bütün bu olan bitenler aslında hayal ya da daha açık söylemek gerekirse büyü müydü? İşte o konuda yorumu, animenin bana yaptığı gibi ben de siz değerli izle-me-yicilere bırakıyorum.
İçerdiği şiddete (aslında ben buna şiddet diyemem ama alıştığımdan mıdır şu an bilemiyorum doğrusu) rağmen oldukça hüzünlü bir hikaye olduğunu söylemekte yarar var. Animenin, J.A.Seazer tarafından yapılan müziğinin de bunda etkisi var sanırım.
1992 tarihli bu anime hem Suehiro Maruo’nun uyarlanmış tek animesi olması hem de içerdiği teknik açısından önemli bir noktada duruyor gibi.
Boş işler bunlar...