30.1.12

OKUYAN NİNJA


Çok fena kitap okuyasım var. Adeta kudurdum ve kendimi zapt etmekte zorlanıyorum. Üstelik son günlerde piyasaya çıkan kitaplar, içinde bulunduğum durumu körüklüyor. Kitap okumaya iş yerimdeki 15'er dakikalık iki molayı ve öğle tatilini kullanarak başlıyorum genellikle. Sonra akşamları 20.00'den önce okumam mümkün olmadığı için (işten gel, yemek ye modeli standart insan tipi), içim içimi yiyor. İşten kaytarayım diye takla atıyorum ama kaytarma hep aklımın içinde kendimi kandırmamla kalıyor. Bazen biraz şımarıklık gibi olacak ama "Keşke işim evime uzak olsaydı ve araçla gidip gelseydim. O zaman dilimi içerisinde okuma zamanı elde ederdim." gibi saçma bir düşünceye bile kapılmıyor değilim...

Okuyarak bir şeyleri çoğaltmanın ya da paylaşmanın derdinde değilim uzun zamandır. Kendime göre iki tür kitap okuma nedeni belirlemiştim küçükken. 
  1. İnsanlardan uzak durmak için okumak.
  2. Zaten insanlardan uzak olduğun için okumak. (Bu düşünce biraz daha açılabilir doğrusu ama...)
Şu yaşımda ise okumak kısmen tüm nedenlerinden arınmış gibi sanki. Yanımda benimle birlikte okuyan bir insan ve okuduğum zaman üzerimde uyuyan kedi ikilisiyle hayata bile doymuş olabilirim. Zaten fazlasında pek gözüm olmadı hiç ('pek'e dikkat!). Ama yine de kaçmak için okuduğumu hisseder gibiyim az buçuk...

Geçen gün Naruto'nun çıkan ikinci cildini alırken Galata tarafından basılmış Che Guevara mangası gördüm.    2010 yılında başlayan klasikler ya da tarihi kişiliklerin manga olarak basılması furyasında çıktığını tahmin ettiğim manga pek hoşuma gitti doğrusu. Bu yaşta Che hakkında beynimi doyuracak bir bilgi vermese de daha  küçük yaşlardaki insanlar için iyi bir başlangıç noktası olacağı kanaatindeyim. Zira bende bile "Yahu, bir kitapçıya gidip Che ile ilgili şöyle kallavi bir kitap mı baksam?" düşüncesi oluşturmadı değil. 

Bir süredir Dylan Dog'a gömülmüş vaziyetteyim. Kendisini iki roman arasına sıkıştırarak hem kafa dağıtma hem de eğlenme yoluna gitmiş bulunuyorum. Bu arada son çekilen Dylan Dog filmindeki karakteri, Twilight kırması bulduğum içn 15. dakikasında uyumak suretiyle protesto ettiğimi de belirteyim. 

Everest Yayınları (daha önce pek sempatiyle bakmazdım bu yayınevine ama) Ahmet Ümit editörlüğünde polisiye klasiklerini yeniden basmaya başladı. Daha önce Raymond Chandler'ın Büyük Uykusu ile Yüksek Penceresi'ni basan yayınevi ardından Dashiell Hammett'ın Kızıl Hasat'ının ardından şimdi de Sırça Anahtar'ını yayınladı. Raflardaki yerini kısa süre önce alan Sırça Anahtarı, her ne kadar daha önce başka bir yayınevi tarafından yapılan basımını okumuş olsam da alıp yeni serinin yanına koymak için can atıyorum. 

Şu günlerde David Peace'in Tokyo Üçlemesi'ne takmış vaziyetteyim. Henüz Türkçede ilk iki kitap yayınlandı ama üçüncüsünü beklemeyebilirim. İlk kitap Tokyo Sene Sıfır ve ikincisi İşgal Altındaki Şehir ilk okumada alışması zor ama alışınca oldukça sürükleyici iki kitap (Kitap anlatımı hakkındaki klişeler cilt v.). Sanıyorum bu seri hakkında Ters Ninja'ya bir yazı yazacağım. 

Sırada yeni çıkanlardan alınıp sehpa üzerinde kule yapmak için kullandığım Yeni Başlayanlar İçin Tiyatro (Kitabın adını yanlış yazmış olabilirim, affola! Habitus), Alasdair Gray'den Zavallılar (Sel), Schopenhauer'den Eristik Diyalektik, daha önce alıp da araya başka kitaplar kaynattığım Stefan Zweig'ın Yolculuklar Üzerine ve YKY'den çıkan Julia Bachstein-Kedi Hikayeleri var. Arada, araya kaynamayı bekleyen çizgi romanları da es geçmeyelim lütfen. 

Yeni Başlayanlar için Tiyatro kitabı, tüm tiyatro tarihindeki önemli kişi, vaka vs.'ye bir sayfada resimli olarak dokunması açısından hoşuma gittiği için alınmıştır. Daha önce Milliyet Yayınları tarafından basılan Yeni Başlayanlar İçin bıdı bıdı serisi kitapları şahsen ben pek severim. Hatta lisedeyken elimden Yeni Başlayanlar için Post Modernizm kitabını hiç düşürmezdim. Herşey değil ama başlangıç için iyi bir "eğlence" olabilir...

Sel Yayıncılık, cuma günleri Facebook'ta bir yarışma düzenliyor. Oradan iki hafta üst üste iki kitap kazandım. Bedava maldır diye köşeye de koymadım hani. Biri Sinan Sülün adında genç bir yazarın öykülerini içeren Karahindiba, diğeri ise okurken bayıldığım Horacio Castellanos Moya'nın Aynadaki Dişi Şeytan adlı kitabı. Bir cinayetin etrafında monolog halinde geçen kitap, arka planda sınıfsal ayrılıklar, kapitalist dünya, yüksek sınıfların komünizm algısı gibi bir çok ayrıntıyı da içinde barındırıyor ki, ana yemek üstüne yenen hafif bir tatlı gibi adeta...

Bu arada yatak başucumda birkaç aydır istiflenmiş bir kitap yığını var ama onların arasında ne var? İşte o büyük muamma... Kitap satın alırkenki hızımı okurken de yakalayabilmek için işi bırakmam ve evimin insanı olmam lazım sanırım. Yine de beni bazı şeylerden kaçırdığı için okuma eylemine minnettarım...

TERS NİNJA GÜNÜ: 8. İSTANBUL JAPON FİLMLERİ FESTİVALİ

TERS NİNJA GÜNÜ: BEHEADED 1000

Jimmy Wang Yu'nun 90'lı yıllardaki son filmi: QIAN REN ZHAN (BEHEADED 1000)

TERS NİNJA GÜNÜ: SONNY CHIBA VE STREET FIGHTER

TERS NİNJA GÜNÜ: SCRAP HEAVEN

TERS NİNJA GÜNÜ: SAYA-ZAMURAI

Hitoshi Matsumoto'nun son filmi: Saya-Zamurai (Scabbard Samurai)

TERS NİNJA GÜNÜ: MAN JEUK (SPARROW)

Johnnie To-Man Jeuk (Sparrow). Şemsiyelerle düello ediyoruz. 

29.1.12

RISE OF THE EVIL NINJA

İçimdeki kötü insan kısa bir aranın ardından nihayet tekrar uyandı. İnsanlar hakkında yeniden kötü düşünmeye başladım. Dolayısıyla mutlu mesudum. Herkesin kendi etrafında döndüğü bir dünyada ne kadar mutlu olunabilirse... Önemli değil. Çemberimi daha da daraltabilir, içine insan yerine daha fazla kedi koyabilirim. Yine de kedi bile bazen sevmediği bir şey olduğunu farkettiği halde, o şeyle uğraşmaktan kendini alıkoyamıyor. Acılı kısır döngü. 

Kısa süre önce TDK'nın birçok kelimeyi sevdiceğinden ayırdığını fark ettim. "Şapkalar kalktı, geri geldi, yeniden kalktı" savaşımını biliyordum bir tek. Ama gel gör ki, benim birleşik olarak öğrendiğim bir çok kelime artık ayrı yazılır olmuş. Bu sadece benim paranoyam mı tam olarak ondan da emin değilim (haliyle) ama bana bazı şeyler yanlışmış geliyor. Her neyse...

Hafta içinin son günü olan Cuma günü yoğun kar yağışı nedeniyle, kışın zaten kıçımızın donduğu şantiyemizde işi durdurarak, evlerimizde semirme yolunu seçtik. Telefon trafiği benden sorulduğu için ister istemez zaten sabahın köründe kalktığımdan yeninden uyuyamadım. Yaklaşık 2 saat kitap okuduktan sonra ancak öğleye doğru göz yanmasından muzdarip bir şekilde uykuya dalabildim. Uyumamı istemeyen, dahası uyuduğumda bana bilinçsiz bir şekilde gıcık olan anne tarafından telefonlar aranarak uyandırılmam çok sürmedi. Önemli değil. Zira alışığım. Ne zaman kanepede şekerleme yapacak olsam, muhakkak kendisi gaipten haber almış gibi arayarak, sinirimi zıplatmayı bilir. Artık öyle bir raddeye geldim ki, şöyle azıcık gözümü kapatacak olsam, telefon çalacak korkusuyla derin uykulara dalamaz oldum. Abartıda son nokta! Gel vatandaş gel! Ne diyordum?

Cuma günü kemik dinlendirme ve kitap okumakla geçmiş, ertesi gün işe gideceğimi bilmenin hüznü ile kafamı sehpaya, cama, vitrine vs. vuracak haldeyken, sabah uyanıp da kendimi ikinci bir telefon trafiği içinde bulmam ve o günün de iptal olması işten değildi. Halbusu bal gibi iştendi işte... Geçen hafta 8. İstanbul Japon Filmleri Festivali ile ilgili Ters Ninja'da yazdığım yazımda Kappa no Sanpei adlı anime ile ilgili, bu animeyi seyredebilmek için gerekirse takla bile atarım derken sınırlarımı zorladığımı zannediyordum ama takla atmama hava muhalefeti engel olmuştu. Önümde bomboş bir gün ve festival programında yalnızca o gün gösterilecek istediğim anime duruyordu. Levent'e yürümedim, adeta koştum. Yalan! Levent'e elbette yürümedim, her normal vatandaş gibi toplu taşımayı kullandım, vallahi... Festival programından şikayetçi olduğumu zaten yazmıştım. Bu kadar steril ve lay lay lom film bünyeme ağır gelir benim. Dolayısıyla animeden sonra akşam Salon IKSV'deki Robots in Disguise konseri için demlenmek üzere salınım yolunu seçtim. RiD iyi bildiğim bir grup değil. Konser sonrası düşüncelerim şu şekillerde seyirtti: 

  1. Bu grubu konser haricinde dinleyeceğim şüpheli. Yani albümünü alıp dinleyecek oranda bir hissiyatımı yakalayamadı. Öte yandan zaten sahnede oldukça eğlenceliler. İletişim yeteneklerinin haricinde sahne kıyafetleri (o koca düğmeler beni benden aldı) ve basçının giydiği çoraplar benim eğlence anlayışım için yeter de artar bile.
  2. Müzik yapmak için "müzik" bilmenin çok da gerekli olmayabileceği konusundaki fikrim bir kere daha pekişti. Belki anlatacak bir derdim var ve sözlerle anlatıyorum, değil mi? Müzik de iki gıy gıy ile buna yardımcı olabilir. Çünkü konser esnasında o kadar gürültü içinde ben ikilinin ne çaldıklarını açıkçası hiç anlamadım . Demek ki 15 yaşında kendimi gitara verip, o kadar hırpalamam gerekmiyor, kendimi asıl akıntıya kaptırmam gerekiyormuş.  Akıntının dışında durmak sanırım kendime verdiğim en ağır ceza olmuş. 
Salon'da henüz kimse yokken ilk giren olma başarısını elde etmiş, dahası genelde içeri girenlerin hemen sahne önüne yapışmasına alışmış biri olarak biraz da şaşırmıştım. Zira her gelen benim gibi arkada duruyor, sahnenin önünde saman balyalarının uçmasına neden oluyordu. Sanıyorum 22.30'da başlaması gereken konser, tam da o civarda bir zamanda başladı. Ben de artık nasıl bir his ise, az sonra grubun çıkacağını sezinleyerek, Komacığımı tam sahnenin orta önüne sürükledim. Şimdi efendim, bünye itibariyle pek çoşkulu biri değilim. Dolayısıyla cayır cayır bir müzik varken sahne önünde sap gibi dikilmek açıkçası biraz canımı sıkıyor. Öte yandan diğer konser mekanlarında yaptığım gibi üst kata çıkmak ya da yan duvar tarafından seyretmek bu konserde maalesef mümkün olmadığından, basçı abla komacığımın elini tuttuktan sonra (Komacığım, bu konuyu bilahare görüşelim) ve irice bir yabancı kızımızla, İtalyan eşcinsellerinin giydiği renklerde bir pantolonla daha çok futbol müsabakası seyredermişçesine sadece yukarı ve aşağı pozisyonlarda dans eden bir oğlanın hareketlerini gördüğümde, sahne önünü gençlere bırakmanın vaktinin geldiğini anlamış, paşa paşa yan köşelerden birine çekilmeyi uygun görmüştüm. İnsanın hiçbir yerde barınamaması ne fenadır, bilir misiniz?..

Ve işte sinir bozucu bir Pazar Günü daha. Kendime pazartesi sendromu olanları değil de pazar sendromu olan insanları daha yakın buluyorum ama neme lazım başta yazdığım şeyin üzerine onlar da uzak olsunlar. Pazar günü evde oturmamak benim için çok önemli. Eskiden evden çıkmamak için herşeyimi verirdim ama şimdi pazar günü tüm gün evde kalmak ölümcül bir durum. 10 dk bile olsa çıkıp hava almakta faide var. O yüzden üstadım Komakine ile birlikte bu sefer biraz ağırdan almak kaydıyla ufak bir yürüyüş planı yaptık. İstikamet Ayasofya! Siz de benim gibi zamanın son yıllarda fazla hızlı aktığından mı şikayet ediyorsunuz? O halde hiç durmayın! Tarihi bir mekanı ziyaret etmeye çalışın. Zaman oralarda durmuş ya işte, siz de o andan nasiplenmeye çalışın. Ben neyim, kimim? Benden önce bu kadar yaşamışlar kimdi? Ne için yaşadılar? Benim zamanımda yaşayanlar kimler? Onca insan arasında ben "neyim"? Bir değerim var mı? gibi sonu olmayan sorgulamalar eşliğinde, eğer varsa kendinize atfettiğiniz önemi azaltmak için iyi bir "yolculuk" olduğunu düşünüyorum tarih içine yapılan gezintilerin. 

Pazarı öldürmenin en güzel yolunu henüz bulamadım. O zaman haftaya, buluşalım haftaya...

KORKUSUZ ŞAMPİYON

Legend of a Fighter, Türkçe ismiyle Korkusuz Şampiyon adlı filme ait lobi kartı.

BİONİK NİNJA

Ne mânâda biyonik olduğunu anlamak için kafayı sıyırmanın gerektiği bir Godfrey Ho filmi olan Bionic Ninja'ya ait lobi kartı.

NİNJA SAVAŞI

Nem, toz, kir demeden elceğizlerimle arayıp bulduğum, Sho Kosugi'nin dillere destan en saçma ninja filmi 9 Deaths of Ninja'ya (Ninja Savaşı) ait türkçe bir lobi kartı.
Boş işler bunlar...