28.3.09

LUCCA GEZİSİ / ÇİZGİROMAN MÜZESİ / NİNJA PAZARI

Yaklaşık beşinci denememde gitmeyi başardığım Toskana’nın (vadi madi değil) tarihi kenti Lucca’ya hoşgeldiniz.
Turistik merkezlerden hoşlanmayanlar için alternatif olabilecek, çepeçevre surlarını korumayı başarabilmiş-ki aslında başarı falan değil, bilinçli olarak korumuş-Giacomo Puccini’nin doğum yeri ufak bir kent Lucca. Turistik merkezlerden hoşlanmayanlar dediysem, "Lucca turistik değil" demek istemedim. Zira Puccini’nin doğum yeri olması dolayısıyla yeterince turistik olduğu söylenebilir. Aman gene dolandırdım lafı. Diyorum ki, yakındaki Pisa’ya gideceğine buraya git daha iyi! Ha şunu diyeydim (dedim zaten değil mi?)
Tren istasyonu tarafından geldiğinizde, kente San Pietro kapısından görkemli bir giriş yapabilirsiniz. Lakin benim görkemle falan işim olmaz, o yüzden sağa sapıp surun içinden geçerek giriş yapmayı tercih ettim. Laf aramızda surları pek severim. İstanbul’da da bulduğum bazı fırsatlarda sur gezisi yaparım. Burkmadığım ayak, yemediğim dayak kalmamıştır sur civarında (Evet, kafiye beni dürttü, affınıza sığınırım ^_^). Napalım bizim de adrenalimiz böyle oluyor işte. En başta, beşinci denememde buraya vardığımı söylemiştim değil mi? Demek oluyor ki girişi biraz sonraya bırakıp Lucca’ya bir türlü gidememe durumuma, başka deyişle “Aptallığıma doymayayım” vakasına değinmeden olmaz; Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yeğeninin bile “Partimde ben tavşan olayım, anini (anneanne) kelebek olsun, sen de (ben yani) deve ol” dediği bir Salako-chan (Japon kardeşlerim için Sarako-chan) varmış. Bu Salako-chan, günlerden bir gün Lucca’ya bilet almış, atlamış trene. Üç durak sonra piyasaya çıkan bilet görevlisi, biletini deldikten hemen sonra “Bugün grev var. Tren Pisa’ya kadar gitmeyecek (Lucca’ya gitmek için önce Pisa’ya gitmek gerek)” demiş. Köskös trenden o durakta inen Salako-chan, çok da kafaya takmayarak eve yollanmış. Birkaç gün sonra yeniden bilet alıp, ertesi gün gitmek üzere uykuya dalmış. Sabah alarm olarak çalan Leonard Cohen’in Suzanne şarkısının güzelliğinden kendine gelemeyip, şarkı bitimi alarmı kapatıp horul horul uyumaya devam etmiş. Aradan günler geçmiş-ister istemez tabii-bu sefer kesin kararlı Salako-chan, kendisi için uygun bir gün belirleyip, acaba grev var mı o gün diye haberleri karıştırmış. Ne bulmuş dersiniz? Yine grev yok muymuş? Aa... Böyle böyle aradan neredeyse bir ay geçmiş. Yılgınlığını anlık bir yanılgıya borçlu olan Salako-chan, tüm cesaretini toplamış, sabahın köründe tren istasyonuna varmış. “Bu sefer beni alt edemezsin ey kader” diye de homurdanmışmış. İşte o esnada tren de gelmiş, bizimki trene atlayıvermiş. İyice yerine yerleşmiş, kitabını çıkarmış ve o an aklına biletini okutmadığı gelmiş. Salako-chan, doğrucu başı bir insan evladı olmasının ezikliğiyle, bir sonraki istasyonda belki okutma makinesi peronda vardır diye, ama yine de treni yeniden yakalayamam diyerek eşyalarını da yanına alarak, tren durur durmaz kendini aşağı atmış. Nerede o şans bizim Salako-chan’da? Ne bilet okutma makinesi, ne başka şey. O esnada tren harekete geçmiş, bizim saftirik de ağırkanlılığının verdiği etkiyle arkasından bakakalmış. Etti mi size dört (rakamla 4)? İşte son olarak da artık hiç bir beklentisi kalmayan Salako-chan, öylesine bir sabah kalkıp, yine öylesine tren istasyona yeltenip, bu son seferde, Lucca’ya varmayı başarmış. O ermiş muradına, darısı bir türlü başarıyı yakalayamayanların başına.

16.yy’a ait tuğla sur duvarlarını aşıp kente girdiğimde kendimi sayısız kereler yaptığım gibi aylak aylak dolaşma formatına getirmiştim. Bu ortaçağ kentinden aklımda kalan en önemli şey, kentteki yapıların birçok farklı döneme, başka deyişle katmana sahip oluşu. Çıplak gözle dahi çok rahat okunabilen bu katmanları ayıklamak müthiş zevkli olur diye bir an aklımdan geçirdim, itiraf ediyorum. Yalnız yarım akıllı olan arkadaşınız bu ‘gerekli’ düşünce üzerinde fazla takılmayarak, gereksiz olanlar arasında beynini yüzdürmeye devam etti. En fazla vakti, 12.yy’a ait S. Martino katedralinin çevresinde geçirdim. Neden diye sorarsanız hiçbir fikrim yok derim. Üstelik fotoğraf çekmek için bile iyi bir konumda değildi. Daha doğrusu güneş ters istikametteydi. Dış cephedeki oymalar pek bir ünlü Nicola Pisano’ya ait. Kilisenin içerisinde de Tintoretto’ya ait adını hatırlamadığım bir tablo var. Hatta 1 euro gibi bir meblağ ödeyerek 3 dakika boyunca tabloyu aydınlatabilirsiniz de, bu beyninizi aydınlatır mı onu bilemem. Ben uzaktan baktım. Kilise ve kapıdaki müdavim dilencisini geride bırakarak asıl ve tek amacım çizgiroman müzesine doğru ilerledim. Ulusal Çizgiroman ve Resim Müzesi ’nin (Museo Nazionale del Fumetto e dell’Immagine) kapısında örümcek adam ziyaretçiyi ağıyla yakalıyor ve avluya fırlatıyor. Dedim, beni önce avludaki geçici sergiye atıver. Sergio Toppi, Renzo Calegari, Giovanni Ticci ve Sergio Tisselli’nin (abinin bir samuray çizimleri var, japon olmayan birinin samuray çizmesi konusuna anlamsızca(!) muhafazakar yaklaşırım ama hakkını vermek lazım) çizimlerinden oluşan doyurucu bir sergi. Sonra daimi sergiyi gezebilmek için soldaki odacıklara girdim. Daimi sergi mi dedim? Yok ki öyle birşey. Aslında bu odalarda italyan çizgiroman kahramanlarının heykelcikleri var ama oluşturulan geçici sergi nedeniyle örtülmüşler. Yoksa, sanmıyorum Diabolik misafire kıçını dönecek kadar terbiyesiz olsun. Her ne kadar bu yüzden az buçuk hayal kırıklığı yaşasam da, odada açılan Gradimir Smudja sergisi birazcık da olsa kırıklarımı yapıştırdı. Yugoslavya doğumlu “san’atçı”, şu an Lucca’da ikamet ediyormuşmuş. En bilinen eserlerinden biri Fransız ressam Toulouse-Lautrec’in hayatını anlattığı çizgiromanı, kaldı ki bu çizgiromandan kimi bölümleri sergide görmek olası. Toulouse-Lautrec haricinde Van Gogh, Georges Seurat ve diğer bazı ressamları konu aldığı işleri var. Sergide genellikle çok bilinen tabloların Smudja yorumlarını görmek olası. Ünlü ressamları ve düşünürleri, çizgiroman estetiğinde yerleştirdiği çalışmaları arasında, Leonardo da Vinci’yi merkeze aldığı “Son akşam yemeği” tablosu en hoşuma gidenlerden. Gereksiz bir bilgi olarak, çizerimizin solak olduğunu belirtmek isterim. Geçelim avlunun sağ tarafındaki odalara. Diabolik’in yazarlarından biri olan Giuseppe Palumbo’nun son eseri EternArtemisia’nın sergisini bir günle kaçırdığımı görüp yan odaya geçiverdim. Burada çeşitli çizgiromanlardan dekorlar kurulmuş, misal; Miki Fare (Topolino), Dylan Dog, Martin Mystère, Valentina gibi. Geçelim diğer odaya. Burası tamamen çocuklara ayrılmış, çizgifilm kahramanları ve etkinlik gerçekleştirmek için kullanılan masalarla donatılmış bir alan. Bir de ana yapının üst katında bir sergi odası var. Buradaki sergiden ziyade duvardaki ve iç kısımdaki kocaman Corto Maltese maketi, beynimde fırtınalar yarattı, nasıl yürütürüm diye...Atlamışım ama müzeye girmek için ödediğiniz 4 euro, size bir adet çizgiroman olarak geri dönüyor. Benim şansıma Çelik Bilek düştü. Lucca aynı zamanda, her yıl Çizgiroman ve Oyun festivali gibi birşeye de ev sahipliği yapıyor. Ekim sonu, kasım başına tarihlenen bu etkinliğe katılayım diye az buçuk düşünmüşlüğüm vardır amma...Ne bileyim gitmedim...Neyse, fazla kaldık burda, bak saat kaç olmuş! O zaman vaktimiz varken yer yer daralan sokaklarda dolaşalım, San Michele Kilisesi’ni ve amfitiyatroyu görelim.
11.-14.yy’lar arası inşa edilen San Michele Kilisesi’nin beyaz mermer cephesi, tipik bir Pisa-Romanesk cephe. Masmavi gökyüzü altında beyaz mermerin seyri göz acıtıcı olduğu kadar büyüleyici de. Eski Roma Forumu’nun olduğu yerde kurulmuş kilisenin yanındaki meydan da pek bir turistiko. Burdan ilerleyip çarşıya girince az ilerde, M.Ö. 108'e temellenen amfitiyatro’ya ulaşıyoruz. Şimdi evler, mağazalar ve turistiko kahvelerle donanmış, doğru hissiyattaysan zaman geçirilebilecek hoştirik bir yer. Zira doğru hissiyatta değilsen-aslında değilsem- heleloy diyerek bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılası bir yer de olabiliyor. Denedim gördüm. Puccini’nin ev ziyaretine gidemedim. Kırıldığını belirtti. Aslında açık mıydı ev, ona dahi bakmadım. Akşamları yapılan Puccini aryalarından oluşan konsere de elbette dahil olamadım, çünkü beni bekleyen bir tren (neyse ki) vardı. Böylelikle, kafa dinlemek için birebir, nadide italyan kentlerinden birini daha yarım yamalak şekilde görmüş ve bir kere daha hayatta en sevdiğim yer olan evceğizime dönmüş idim. “Her başlangıcın bir sonu, her sonun bir güzelliği vardı” demişim...Dememiş miyim?.. Demek isterdim...Yani, deseydim iyi olurdu...

*Lucca'da kendi açımdan en kayda değer şey; ninja pazarı :p
Şaşırmadın değil mi?..

Hiç yorum yok:

Boş işler bunlar...