Günlerdir kanepede uzanık vaziyetteyim. Kanepe ağırlığımla daha da göçmüş. Sıcak hava bile varlığıma alışmış, beni yalayıp geçmekten vazgeçmiş. Tek arkadaşım, yine boğazımın derinliklerine inen bademciklerim ve sehpada duran beş adet (yazıyla 5) kumanda. Artık ne seyrettiğimi bilmiyor vaziyette bir televizyon, bir Dvd oynatıcı, bir bildiğin video oynatıcı arasında geziniyorum. Gezinirken bir küçük Ceylan’a, bir Ti Lung’a, bir şimdi adını söylersem “hö?” diye tepki vereceğine inandığım kişilere rastlıyorum-henüz Ceylan'a vermediysen tabii.
Beynim kısa devre yapmak üzereyken Gaddesu-sama dolunayı fırsat bilip, camdan içeri süzülüyor. “Yavrum evladım, niye hırpaladın bu kadar kendini? Hep çerçöp seyredersen olacağı buydu. Başlatma Godfrey Ho aşkından falan. Al bu animeleri, gözün gönlün açılsın, kaliten yerine gelsin” buyurdu. Patapon misali “Oh, Gaddesu-sama, büyüksün!” diyebilecek kadar gücü kendimde bulduktan sonra dvd’leri oynatıcıya takabilmek için kalmayan gücü kaplumbişlerimden yardım isteyerek elde ettim. Deli olanı bizzat sırtına bağlayıp dvd’yi yerine yerleştirdi valla. Gözümle gördüm, şahidim. Biliyorum ‘60’larda değiliz, ben de Aldous Huxley değilim ama kim demiş film izleyerek saykodelik bir deneyim yaşayamam diye? Neyse dostlar, kafam toparlandı. Uzun süredir seyretmediğim animelere yeniden döndüm. Uzun süre seyretmeyince haliyle çok biriktiler ama şimdi anlatacaklarım çok yeni animeler değil aslında. Galiba ipin ucunu biraz fazla kaçırmışım. Her neyse...*
İlk seyrettiğim anime 1998 yapımı KAITO a.k.a KITE (カイト). Yasuomi Umetsu’nun yönettiği animeyi kısacık tanımlamam gerekirse, John Woo’nun Hard-Boiled’ının (1992) karanlık jazz müziğini alın, önüne aynen Luc Besson’un Leon’unun (1994) Mathilda’sı gibi çocuk yaşta, gözlerinin önünde katledilen ailesinin intikamını almak için tetikçi olarak yetiştirilen bir kızcağızı, Sawa’yı yerleştirin (Dileyen Kill Bill 1’deki Oren Ishii’nin hikayesini de düşünebilir ama hem yetiştiren kişinin filmde çok açık olmaması hem de filmin daha geç döneme ait olması dolayısıyla ben es geçiyorum) . Sawa’yı yetiştiren herifin Gary Oldman kadar karizması da var.
Beynim kısa devre yapmak üzereyken Gaddesu-sama dolunayı fırsat bilip, camdan içeri süzülüyor. “Yavrum evladım, niye hırpaladın bu kadar kendini? Hep çerçöp seyredersen olacağı buydu. Başlatma Godfrey Ho aşkından falan. Al bu animeleri, gözün gönlün açılsın, kaliten yerine gelsin” buyurdu. Patapon misali “Oh, Gaddesu-sama, büyüksün!” diyebilecek kadar gücü kendimde bulduktan sonra dvd’leri oynatıcıya takabilmek için kalmayan gücü kaplumbişlerimden yardım isteyerek elde ettim. Deli olanı bizzat sırtına bağlayıp dvd’yi yerine yerleştirdi valla. Gözümle gördüm, şahidim. Biliyorum ‘60’larda değiliz, ben de Aldous Huxley değilim ama kim demiş film izleyerek saykodelik bir deneyim yaşayamam diye? Neyse dostlar, kafam toparlandı. Uzun süredir seyretmediğim animelere yeniden döndüm. Uzun süre seyretmeyince haliyle çok biriktiler ama şimdi anlatacaklarım çok yeni animeler değil aslında. Galiba ipin ucunu biraz fazla kaçırmışım. Her neyse...*
İlk seyrettiğim anime 1998 yapımı KAITO a.k.a KITE (カイト). Yasuomi Umetsu’nun yönettiği animeyi kısacık tanımlamam gerekirse, John Woo’nun Hard-Boiled’ının (1992) karanlık jazz müziğini alın, önüne aynen Luc Besson’un Leon’unun (1994) Mathilda’sı gibi çocuk yaşta, gözlerinin önünde katledilen ailesinin intikamını almak için tetikçi olarak yetiştirilen bir kızcağızı, Sawa’yı yerleştirin (Dileyen Kill Bill 1’deki Oren Ishii’nin hikayesini de düşünebilir ama hem yetiştiren kişinin filmde çok açık olmaması hem de filmin daha geç döneme ait olması dolayısıyla ben es geçiyorum) . Sawa’yı yetiştiren herifin Gary Oldman kadar karizması da var.
Kaplumbişim ilk bu dvd’yi bilerek mi taktı bilmiyorum ama sanırım birdenbire kızişi (shoujo) anime seyretmemin beni ölüme sürükleyeceğini hissetmiş olacak ki, önceliği şiddet dolu bu animeye verdi. Her ne kadar okuduğum kaynaklarda yayınlandığı dönemlerde içerdiği şiddet, çıplaklık ve bildiğiniz diğer tüm ıvırzıvırları dolayısıyla sürekli sansürlendiğini okumuş olsam da , benim seyrettiğim versiyonun da sansürlü olduğunu ancak animenin sonunda idrak ettim ki ona rağmen insanların içine girdikten sonra patlayan dana kurşunları dolayısıyla şiddeti pek lezizdi doğrusu. Pek konuyu açamadım sanırım her zamanki gibi.
Sawa dediğimiz yeniyetme, kendisini yetiştiren Bay Akai’nin suikast emirlerini birebir yerine getirirken, seyirci de kızın ailesinin katillerinin izini yavaş yavaş yakalamaya başlar. Süslü kız milleti, şu an bana kulak ver ama yaklaş, sesim çıkmıyor zira; Sawa’nın küpeleri pek güzelmiş. Soruyoruz “nerden aldın?” diye, “Kendim yaptım, birine anamın kanını, diğerine babamın kanını koydum ki yakut gibi gözüksün diye.” dedi. Yaratıcı fikirler gırla gördüğün gibi. Bay Akai’nin diğer tetikçisi, Sawa ile hemen hemen aynı yaşlardaki benzer kaderli Oburi ile Sawa arasında nasıl bir bağ oluşacak, sansürlendiği için çok anlayamadığım ama aralarında zaten çarpık bir ilişki olduğunu gördüğümüz Sawa ile Bay Akai’nin geleceği ne olacaktır, her ne kadar olaya bir pembe dizi gözüyle bakmışsam da tüm suçu, bu animenin ardından ara vermeden seyrettiğim kızişi anime “Zamanda Sıçrayan Kız a.k.a Toki o Kakeru Shoujo’ya atmakta beis görmüyorum. Tavsiye mi dedin? Ben vermiyorum, yan bakkala bak, ama ben beğendim, az buçuk dertlendim, kanıyla gözüme bir parlaklık, günlerdir sabit duran kıçıma bir hareketlilik geldi. Söylemeden geçmeyeyim dedim.
Geçiyorum ikinci anime, on saattir bas bas bağırdığım 2006 yapımı TOKI O KAKERU SHOUJO / Zamanda Sıçrayan Kız’a (時をかける少女,). Bir süre önce -hatta geçen sene de olabilir- Japon filmleri festivali’nde gösterilmiş olması gerekir bu animenin ama ben niye gitmemiştim, işte orda “Oh, yüce Buda! Sen ayaklarıma güç, beynime de akıl ver’” demek istiyorum. Animedeki önceliğim ninja-samuray karması olsa da dizi şeklinde olan, yani televizyon için hazırlanan komedi tarzı animelere de bayılıyorum. Seyredip de bayılmayan olur mu, inanmak istemem doğrusu. Dolandırmadan diyeyim, baymayayım bari;
Geçiyorum ikinci anime, on saattir bas bas bağırdığım 2006 yapımı TOKI O KAKERU SHOUJO / Zamanda Sıçrayan Kız’a (時をかける少女,). Bir süre önce -hatta geçen sene de olabilir- Japon filmleri festivali’nde gösterilmiş olması gerekir bu animenin ama ben niye gitmemiştim, işte orda “Oh, yüce Buda! Sen ayaklarıma güç, beynime de akıl ver’” demek istiyorum. Animedeki önceliğim ninja-samuray karması olsa da dizi şeklinde olan, yani televizyon için hazırlanan komedi tarzı animelere de bayılıyorum. Seyredip de bayılmayan olur mu, inanmak istemem doğrusu. Dolandırmadan diyeyim, baymayayım bari;
Kızişi animeleri önceleri gizli gizli seyrettiğimi itiraf etmeliyim. Ama kızişi var, kızişi var tabii. Sözkonusu anime, bir süredir pusuya yatmış “normal” duygularımı uyandırdı sağolsun. Ne bağırıyorsun “konu, konu” diye! Patla hemi!
Makoto (doğru mu değil mi bilmiyorum ama genelde erkek adı olarak kullanılan Makoto, dizilerden anladığım kadarıyla hep böylesi cinsiyetini henüz kavrayamamış kız karakterlere veriliyor. Sosyolojik çıkarımımı da yapıp, cümle aleme olmayan zekamı gösterdiğim için mutluyum, başka bir terlik daha yemeden hemencecik konuya bağlanıyorum), hayatının merkezini okulun oluşturduğu tipik bir lise öğrencisidir. Çok yakın iki erkek arkadaşı ile birlikte günlerini beyzbol oynayarak falan geçirmektedir. Yaşı gereği, doğal olarak gerçek hayat denen şeyin çok da farkında değildir. Günlerden bir gün ayağı kayıp, havalanır ve yere düşer. Ama yere çarpmadan hemen önce tuhaf birşey olur ve zamanda delik açılır (bilemedim ne diyeyim, attım onun için. Bakın hiç çekinmiyorum uydurmaktan falan). Bu andan sonra zamanda ileri-geri gidebileceğini farkeden Makoto, hoşuna gitmeyen olaylar için dahi bu yeteneğini kullanacak, kendinden başka kimsenin hayatını düşünmeyerek tüm zamanı kendine göre ayarlayacaktır. Ama herşeyin istediği gibi gitmeyeceğini, çevresinde karma misali gelişen olaylar neticesinde bir süre sonra anlayacaktır. Hatanın neresinden dönersen kardır misali zamanı doğru kullanmanın yolunu arayacaktır. Nasıl güzel, komik ve “duygulu” bir animedir bu Yarab! O kadar tembelleşmişim ki yalnızca sağ gözümden yaş akmasına izin verdim. Nerdeyse bir yıldır, nerden geldiğini bile anlayamadığım benzinciden alınan kağıt mendil paketini getirmesi için de malum kaplumbişimi çağırdım.
Madhouse tarafından yapılan animenin yönetmeni Mamoru Hosoda. Anime 1980’lerde aynı isimle yayınlanan Yasutaka Tsutsui’ye aitmiş. Çok pis teşviğe geldim (gaz dememek için kastım kendimi), tavsiye ediyorum, benim gibi hala izlememiş olan varsa.
Son olarak Gaddesu-Sama'ya teşekkürü borç bildim. Fragmanlar için bir buna bir de buna tıklayabilirsiniz.*Yıldıza bir açıklama yazmam gerekiyor değil mi? Hmm...
5 yorum:
Kaito ve Toki o kakeru shôjo'yu beğenmene sevindim! Umarım Appurushîdo serisini de beğenirsin ;o)
Beğenmediğim anime pek olmaz diye düşündüm bi an. Hmm...
Teşekkür ederim bir kez daha Gaddesu-sama :)
bir sure ara veriip sonra animeye tekrar dönmek hazine bulmuş gibi birşey... arada yapmalı :) ben de aynı duyguları elfen lied de yakaladım :)
Afuro Samurai'yi izlemeye oturuyorum şimdi yine. Hastasıyım Samuel L. Jackson'ın seslendirdiği alter-ego karakterinin. Senden de güzel bir Afuro Samurai yazısı beklediğimi hemen ekleyeyim.
K.D.A,
gerçekten de arınma gibi birşey anime izlemek ama fazla batağa saplandım sanırım biraz zorlanıyorum çıkmakta:) Elfen Lied'i sende okudum ama izlemedim henüz.
Gaddesu-sama,
en kısa sürede izliyorum ve yazıyorum. Söz verdim sana zaten ama "güzel" mi dedin? Yanlış kişiyle konuşuyor olma :-)
Yorum Gönder