Geçen Cuma gece yarısı, tüm gençler en kokoş kıyafetleri içinde alemlere akarken, ben, bir kere daha, tek başıma, (olmayan) pardesümün eteklerini (olmayan) rüzgarda savura savura Roma’ya gitmek üzere tren istasyonuna doğru yola koyulmuş idim. Kendi yıldız tarihim açısından oldukça ilginç bir seyahat olduğunu söylemeliyim. Tüm seyahat boyunca sürekli birileriyle konuştum. Ne zaman şunu yapamıyorum bunu yapamıyorum desem, bir çeşit nazar değmesi gibi şu ya da o şeyi yapmak zorunda kalırım ya da başıma gelir. Hemen neden bahsediyor bu dediniz di mi? Demem o ki konuşmaktan çok da haz almayan ve bir kaç gün evvel bununla ilgili geyik yapan bendeniz, bu seyahat boyunca insanlarla konuşmaktan nerdeyse şehirleri gezememe boyutuna geldim. İnanması güç ama... Herşey tren saatini beklerken başladı. Çektiği aşk acısından (!) kendini yollara vurmuş berduşla ilk konuşma. Sarhoş ağzında gevelediği italyancasıyla birşeyler sorup, benden “Hö? Anlamadım” cevabını alınca “Fransız mısın? (!)” sorusu ardından geldi. “Ne münasebet!” Tarkan edasıyla “Halis Mulis Türk’üm” deyince “Hiç Türk’e benzemiyorsun” cevabı da peşinden intikal etti. “Türkler daha esmer olur diye bilirim” deyiverdi. Klasik olarak içimden bir öf çekerek “O da var o da var” diyerek konuşmayı kısa yoldan kesmeye çalıştım ama bana mısın demiyor abim hababam anlatıyor; yok tren burdan mı kalkacakmış, bu saatte tren olur muymuş, sigaram var mıymış vs. vs. Sonunda sigaram yok didim de sigara aramak üzere gecenin sisinde gözden kayboldu. Bir daha da görmedim kendisini. Neyse, trende oturdum. Kompartmana biri girdi. “1 saat sonra ineceğim biraz konuşalım mı vakit geçer” dedi. Ben bu arada kafamı yukarı kaldırmış “Hey Allah’ım”diye içimden yavaş yavaş saymaya başladım. Ne sayıyorsun diye soruyor musunuz bir de! Neyse bu abi, siz nasıl diyor, sempatik çıktı. Buna da bir şekilde Türk olduğumu söyleyince ilk sorusu ”Sizin memlekette müslümanlarla hristiyanlar eşit sayı da mı?” oldu. Kendisine gerçekleri tüm çıplaklığıyla açıkladıktan sonra, sicilyalı olduğunu, Sicilyalıların kafalarının diğer italyanlardan farklı olarak arap mentalisiyle çalıştığını ekledi (Bu arada biz arap değiliz diyeceğim ama boşver...). Zaten Sicilyalı’ların kendilerine mahsus bir dilleri var, iki cümle söyledi valla böyle bakakaldım ne diyor diye. Daha önce birilerinden Sicilyalıların italyancaları ile ilgili birşeyler duymuştum ama dinlemek bambaşka birşeymiş. Bir de yine dinle ilgili, siz bir tek Allah’a inanıyorsunuz bizdeyse sürüsüne bereket inanacak kişi var deyip güldürdü. Sonra ben ölüm suskunluğuna geçince kendisi de hafiften uyku moduna geçti. İneceği yerde uyandırmasam horul horul uyumaya devam ediyordu valla. Gece 3 suları. Donuyorum. Allahım niye bu kadar soğuk bu kompartman diyorum ama cevap yok doğal olarak. Şöyle bir dışarı çıktım. O da ne! Bulunduğum vagondaki tüm kompartmanlar boş! Hayda! Diğer vagonun kapısını bir açtım, püfür püfür sıcak esiyor. Bu arada içimdeki ses durur mu! Başladı küfretmeye tabi. Millet kapamış kapıları, çekmiş perdeleri, horuldayarak uyuyor. Görünen o ki tek enayi benim. Geçtim o tarafa. Uyuyamıyorum ya! Öyle kafamı döndürüp duruyorum. Bu arada ertesi güne iş çıkarmak için ayaklar dondu tabi. Sabah oldu kompartmandaki amca da uyandı. “Ne zaman girdiniz kompartmana hiç duymadım” dedi. Bilmiyor tabi benim ninja olduğumu. Ah öyle mi... falan dedim geçiştirdim. Benim kafa öteki tarafta amcadan yana bakmıyor yalnız. Bu arada birşeyler sorup yabancı olduğuma dair duyumlar alınca ahret sorusu “Memleket nire?” de peşinden geliverdi. Ben gene silkinip kös kös “Türkiye” deyince ağlamaklı ağlamaklı, “Kürt meselesi ne alemde? diye sordu. Ay bu sefer ağlıcam ama yani. Uyumamışım, donmuşum, açım ve bir trende “kaçınılmaz” sorulardan biriyle başbaşayım. Ben kendimce bişeyler söyledim. O da öyle mi öyle mi deyip durdu. Gazetelerde vs. bu durumla ilgili birşeyler okuduğunu ama asıl olayın ne olduğunu hiç anlamadığını söyledi. Bizde de sorun aynı değil mi zaten? Onca gazete var. Ama hiçbir b*k anlamamanız için bir sürü gereksiz şey yazarak olayları geçiştiriyorlar. Neyse, benim kafa bu sefer 90 derece döndü, sağa bakıyor. “Avrupa Birliği peki ?”dedi. Sanırsın uluslararası kongreye gelmişim. “Bi b*k olmaz amca” dedim “Avrupa Birliği’nden”. “Avrupa açısından iyi olur bence” dedi. Şöyle biraz şüpheyle baktım. Kafam bu defa 110 derece döndü. Klasik geyik konusu geliyor; ne iş yapıyorsun? Mimarım deyince “benim kızım da mimar”dan girdi, nerden çıktı hatırlamıyorum. En son, bana son olarak sorması çok saçma gelen bir soru sordu; “Türkiye’de hristiyanlar ve müslümanlar eşit sayıda mı?” diye. Müslüman fazla deyince “O zaman Avrupa Birliği zor” dedi, “Ha şunu bileydin” dedim de birlikte güldük. Bu esnada bol konuşmalı bir yolculuktan sonra tren de Roma’ya varmış, beni bir kere daha, yeşil yeşil akan Tiber Nehri’nin ikiye ayırdığı harikulade şehrin göbeğine bırakmıştı.
İlk defa sırt çantası yerine bavulumu aldığım bu seyahatte ilk işim elbette ki hosteli bulmak. Herşeyi içine doldurmak suretiyle zaten kambur duran sırtımı daha fazla yere yaklaştırmak istemediğimden kelli bu sefer sırt çantası almadım. Ama ne yalan söyleyeyim pişmanım. Zira ezelden beri erkek gibi herşeyi ceplerime doluşturan ben, sırf fotoğraf makinesini koymak için(eh yaş ilerliyor, biraz da kız gibi davranabilmek adına) yanıma aldığım “kız” çantasına da ne bulduysam doldurduğum için sırt çantası almamak pek akıllıca olmadı bu durumda tabi. Neyse... Yürüyorum yürüyorum, sokağı buldum nihayetinde ama ilk izlenim kötü. Ahanda adını da yazıyorum; Via Urbana sokağında Ivanhoe Hostel’i. Hostel ararken http://www.hostelworld.com/ sitesini kullanıyorum. Bu sitede de genelde güzel şeyler söylemişler bu hostel hakkında ya, neremle okuduysam artık...Hostel 50 numarada ama numaralar karışık. Hay eşeğin kulağı. Bir ileri bir geri gidiyorum. Baktım 50 numara ama ne isim var ne tabela! Girdim, çıktım yukarı. Neyse kapısında var tabela. Açtım kapıyı. Böyle upuzun bir koridor, sağlı sollu odalar, cıbıldak insanlar, resepsiyon namına kapı arkasına yerleştirilmiş ince uzun bir ahşap parçası, uyuzun önde gideni, gençten bir resepsiyonist. O esnada türk kızlar da kayıt yaptırıyorlardı. Şöyle bir merhabalaştık. Kendimi son dönemlerde iyice saldığım için ne rezervasyon yaptırıyorum ne birşey. Çat kapı gidiyorum valla her yere. Zaten en kötü ne olabilir ki? Yer var mı? Var. Kız odası var mı? Yok, dedi. Şimdi kız erkek farketmez de, daha önceki deneyimlerinden bildiğimden dolayı gece boyunca konuşan ve horlayan tipler istemiyorum çok afedersiniz! Fiyatı sordum 15 gayme. İnternette 12.90 euro yazıyor ama. Biraz durdum...Elinin körü dedim, ben başka yer arayayım biraz, olmazsa dönerim buraya. Çıktım dışarı. Elimde başka bir hostel adresi daha var aynı sokakta ama Allah bilir nerde! Hay eşeğin ikinci kulağı dedim, döndüm dolaştım gene aynı hostele kös kös kayıt yaptırdım. Amacım iki gece kalmaktı Roma’da ama günün ilerleyen saatlerinde fikrimi bir geceye indirecek ve Napoli gezimi de iptal etmek zorunda kalacaktım.
Gelelim Roma’ya. Her zamanki gibi ağırlıklı olarak turizm yazısı isteyen arkadaşa, “Canım kardeşim internet bu konuda derya deniz. Buyur ordan yak” der ben dipsiz geyiğime geri dönerim.
Ne yalan söyleyeyim, gezi planımı yaparken aklımda hiçbir şey yoktu. Yani orayı görmeliyim, şuraya gitmeliyim diye. Tek amacım aylak aylak dolaşmaktan ibaretti. Bunda biraz, daha önce Roma’yı şöyle bir görmüş olmamın da etkisi var tabi yalan olmasın. Neyse hostelin tek artısı Kolezyum’a yakın olasından dolayı ilk istikametim olarak ayaklarım orayı seçti. Gene insan yığını, gene insan yığını, ama yaz mevsimindeki kadar çok değil. Roma’nın ilk kurulduğu yer olan kolezyum’un karşısındaki Palatine tepesi bana göz kırptı, gel bir gez beni yahu dedi. Kıramadım girmiş bulundum. Burda alınan biletle bu tepeyi, yanındaki Forum Romanum’u, küçük arkeoloji müzesini ve kolezyum’u gezebiliyorsunuz. Şansıma hava güzel ama benim hava fotoğraf çekme modunda değil pek. Çekiyorum yanlış anlaşılmasın da o an niye çektiğimi bilmiyorum. Öyle salak salak basıyor deklanşöre parmağım. Parmak deyince bak ne anlatayım; benim sol ayağım biraz nane molladır söylemesi ayıp. Vücudumdan ayrı olarak çalışır, olur olmadık anlarda burkulur, kendi kendine acayip şeyler yapar. En son Barselona seyahetim sırasında bir de buna sol ayağımın küçük parmağı da eklendi. Bu garibim de bağlı bulunduğu birimden etkilenmiş olacak kendi başına nur topu gibi nasır yapıyor, sonra düzeliyor, sonra kızarıyor, şişiyor, arada bir normale dönüyor, velhasılı kelam özgürlüğünün tadını çıkarıyor. Özgürlüğüne karşı değilim ama vardır ya lise kompozisyonlarının gözünü sevdiğim en güzel konularından “benim özgürlüğümün başladığı yerde seninki biter”, işte o hesap! Ben de müdahale etmeye çalışyorum ama bana mısın demiyor hayta. Ne diyecektim ben? Hmm.. Evet işte, Roma’dan sonra da bu sefer sol elimin küçük parmağı aynı şeyleri yapmaya başladı. Demem o ki, ben kendimden korkar oldum. Yarın bi gün çatırt diye parçalınıp tüm uzuvlarım ayrı bir yöne giderse şaşırmam yani. Nerde kalmış idik? Kolezyum’a girdim, çıktım, ardından elimi çantama attım ki suyum yok. Tüü! Olmaz tabi, bavulda bıraktım ya! Ya anam öy ya! Öy ki öy! Turistik büfeler var ya! Onlardan birine yaklaştım. Göz göre göre kazıklanacağız n’apalım. En fazla 1.5 euro’dur diyorum içimden. Satıcı ne dese beğenirsiniz! “2 öro” oha “Altın suyumu satıyon amca, almıyom” dedim. Göçmenmiş, kendi dilinde bişeyler söyledi. Ben de kendi dilimde “aynen iade ediyom deve dikeni” deyip, yalana yalana market bulma umuduyla istikametimi Trevi Çeşmesi’ne çevirdim. Artık pes etmek üzereydim ki market bana göz kırptı ve böylece yaklaşık sekizde biri fiyatına suya kavuşmuş oldum. Trevi aynı yerinde duruyor insan kalabalığı ile birlikte. Çeşmeye para atanlar, fotoğraf çektirenler, durduğu yerden etrafı kesenler, heykel adamlar, bu sefer, ses çıkaran köpük makinesi satan filipinli abiler hepiciği yerli yerinde. Usulca yönümü 2000 yıllık Pantheon’a çevirirken, kalabalıktan sıyrılıp ara sokaklara dalmanın keyfini yaşıyorum. Böyle dolana dolana Tiber Nehri’ni geçip kendimi karşı kıyıda Castello Sant’Angelo önünde buluverdim. Şansıma havanın güzel olduğundan bahsetmiş miydim? Nehrin karşı kıyısına geçtiğimde güneş batmak üzere gökyüzünün bir kısmını turuncuya boyarken, diğer kısmını yağmur bulutları mavi-gri karışımı renkleriyle çoktan ele geçirmeye başlamışlardı. Hazır gelmişken hep beraber Vatikan’a yollanalım, ardından da, Dario Argento’nun Profondo Rosso (Deep Red) filminden esinlenen bir ıvır zıvır dünyası kitap-dvd dükkanına bir göz atalım. Efenim sahiplerinin Dario Argento manyağı olduğunu ister istemez farkettiğimiz bu dükkanda vitrinden ne kadar seçebiliyorsunuz bilmiyorum ama korku sineması üzerine kitaplar, dvd’ler, türün ilgi çekici oyuncukları, dedik ya ıvır zıvırları kazıklanmak isteyen müşteri için mevcut. Ayrıyeten içinde bir de Dario Argento’nun filmlerinde kullandığı eşyaların segilendiği minik bir müze var imiş ama ben giremedim. Dvd fiyatları 18 euro etrafında gezerken ertesi gün Roma’nın en büyük pazarında bu dvdlerden birkaçını 3 euro’ya bulacak “Ulan hayatımda ilk defa kazıklanmadım be” diyerek içimde ufak bir sevinç patlaması da yaşayacaktım. Akşam hostelde küçücük bir odanın dört duvarına hizalanmış ranzanın her zamanki gibi alt katında kalıp, sabaha pılımı pırtımı toplayıp, boşver şimdi Napoli’yi falan diyerek, Roma gezimi 2 güne indirdim. Bavulumu, o gün tren istasyonunda emanete bırakıp kendimi yine yeşil nehrin karşı kıyısındaki Porta Portese pazarına atıverdim.
Pazar Uzmanınız Ninja Tuğba Porta Portese Roma Pazarı’ndan bildiriyor;
Allaa Allaa! Ne işim var benim pazarda, hiç bilmiyorum doğrusu. Elbette pazara giderim ama öyle bir düşkünlüğüm falan yoktur! Nerden çıktı bu Pazar sevdası bende bilmem. Herneyse... Roma’nın en büyük pazarı olan Porta Portese, Pazar günleri aynı adlı bölgede kuruluyor. Porta Portese aynı zamanda tarihi sur kapılarından biri. Bu kapının içerisinde metrelerce uzunlukta kurulan, ben mi göremedim bilmiyorum ama sebze meyveden ziyade kılık kıyafet, kap kacak, ıvır zıvır satılan eğlenceli bir Pazar. Üstelik İtalya’da şu ana kadar gezdiğim yerler içinde bulabildiğim en ucuz dvd satılan yer olması dolayısıyla da güzide. Benim aldığım filmler açısından güzide de, bu filmler, size birşey ifade eder mi, işte ondan pek emin değilim. Misal filmlerden biri “3 Supermen contro il padrino” türkçesiyle “Süpermenler” olarak bilinen, Cüneyt Arkın’ın arz-ı endam ettiği, italyan-türk ortak yapımı nadide bir film, bir diğeri “3 supermen a Tokyo” (3 süpermen Tokyo’da) ve “3 Supermen a Cina” yani 3 Süpermen Çin’de! Pazarla ilgili bir diğer şey de 1 eurocular. Aynı bizim 1 liracılarımız gibi “gel abla gel, herşey 1 euro” diye bağıran bu satıcılardan birinin sesini kaydedebilmek için standa yaklaştım. Velakin fotoğraf makinemi görünce ingizlice konuşmaya başladı hayta. Ya kardeşim italyanca konuş diyorum bana mısın demiyor. Bunlar da foto makinesi görünce direk turist muamelesi yapıyor bizimkiler gibi. Az çene çalmadım zamanında İstanbul sokaklarında ya...
İşte böyle. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm ve yine yürüdüm. Akşam olup da Floransa’ya gitmek üzere trene bindiğim vakit, sol ayağımın küçük parmağı zonklama sinyalleri veriyor, acısını dindirmek için seyretmeye çalıştığım Ninja The Final Duel adlı film de kar etmiyordu.
Arkası yarın; TESADÜFÜN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ YA DA KARINDEŞEN JACK BENİ ANDI
Fotolar için: http://www.facebook.com/album.php?aid=15496&l=cadc7&id=1347115609
4 yorum:
Sevgili Ninja, Nasıl özlemişim yazılarınızı... Şimdi tam işimin ortasında bir bakayım Cenova'da durumlar nasıl dedim ki ne göreyim bir Roma gezisi yok mu? Hemen atladım ben de yanına ve keyifle okudum bu yazıyı. İlaç gibi geldi inan bana:) Arkası yarın'ı sabırsızlıkla bekliyorum. Oh! Özlemişim Cenovalı ninja'nın yazılarını...Ellerine sağlık canım!
Baktım karşılıklı gezi yazmaya başlamışız ne güzel! Hoş ben daha çok saçmalıklarımı yazıyorum ama artık n'apalım...^_*
başlık bana bir filmi hatırlattı:P
Shohei Imamura nasıl unutulur ki? Yalnız ben bu filmin adına fena takığım; 'Kızıl köprünün altından akan ılık sular'. Bu film de bana hep 'Kızgın taşlara düşen su damlaları' diye başka bir filmi hatırlatıyor ama seyretmişliğim yok yalan olmasın:))
Yorum Gönder