Üste attığım başlığı düşünmek için tam 37 saniyeye ihtiyacım var.Bu arada siz de, kalenin kapısına deli rüzgarın yardımıyla uçarak geliniz! O duyduğunuz seslerin hepsi artan rüzgarın sesi. Aklıma öğrenciyken taşıdığımız dana gibi dosyalar geldi. Biraz daha gayretli bi insan olsaydım rüzgar sörfü olayını da çoktan çözmüş olurdum. Bir de yazmayı unutmuşum ama Deniz Müzesi'nden çıktıktan sonra rüzgar beni az daha denize fırlatıyordu. Beni bile yerden kaldırabiliyorsa ne kadar güçlü olduğunu siz düşünün!
Niye dalgalı çıktığını tam anlayamadığım-belli ki rüzgarın sesini duyup bir de deniz ekleyeyim demiş teknoloji-bu aptal ve gereksiz video'dan sonra kalemize hep beraber girebiliriz. (Uyarı!Uyarı!Sıkıcı bilgi zamanı! İsteyen uzaklaşsın! Uyarı!) 16.yy'dan kalma kalıntılar üzerine 19.yy'da, dönemin "trend"i Neo-Gotik üslupta, denizci ve kaşif kaptan Enrico Alberto D'Albertis tarafından inşa ettirilen bu kale şu an, kaptanın özellikle Güney Amerika başta olmak üzere Avusturalya,Yeni Zelanda ve Güneydoğu Asya ülkelerine yaptığı seyahatler sonrası topladığı eserlere etnografya kavramı altında ev sahipliği yapıyor. (Tamam ya kısa keseceğiz bu sefer söz)Meslek gereği bir iki kelam da mimarisi üzerine ahkam kesip bizi asıl ilgilendiren kısmına gelelim. Tavanları bol bol kalemişli olan bu güzide kale'ye çelik ve cam(bazen çam diyesim geliyor) bol aydınlıklı çatılar ilave edilmiş. Ben kendimi giriş kattaki çin mızraklarına kaptırdığım için çok algılayamadım aslında mekanı. İçeri girer girmez duvarlarda mızraklar,kılıçlar. Akıl mı kalır insanda? Çin,Tunus,Sudan gibi memleketlere has kılıç-kalkan ekipleri karşılama komitesindeler. Hep beraber,dibine girerek üzerinde acaba kan var mıdır taraması yaptığım mızrağa bakalım: Hayır efenim.Beklentilerimiz boşa çıktı. O halde ilgimizi çeken bir başka şeye geçelim. Sağda görülen kılıç, çin paralarının iki kat olacak şekilde biraraya getirilip iple bağlanmasıyla yapılmış. Durur muyum? Döner dönmez İstanbul'daki bijutericileri basıp aynısını yapmayan ne olsun! Ben böyle kılıç kalkan ekipleriyle biraz fazla vakit geçirince üst kattaki güvenlik görevlisi işgillendi tabii.Bir oraya bir buraya volta atmaya başladı. Seni mi kırayım be amca! Döndüm sola, çıktım yukarı; karşımda tüfekler ve bir türk odası. Kaleyle o kadar tezat ki! Çıfıt çarşısı gibi. Ne ararsan var. Böööle küçük bir kapıdan içeri bakabiliyorsunuz, ancak içeri giremiyorsunuz. Bir havayla, görevliye "ben Türk'üm girebilir miyim?" dedim ama oralı olmadı! Yanımdan, benim de biraz sonra geçeceğim salona adım attı. Aklınca volta atıyorum havasında ama peşimden gelmek yemediği için önümden gidiyor! Ne koleksiyoncu ne de entellektüel biri olmadığımdan kelli ilgimi çeken iki parçadan daha söz edip diğer müzemize geçelim.
İlki Piroga. Corto Maltese-Bir tuz denizi şarkısında karşımıza çıkan bu Batı Afrika'ya özgü oldukça küçük balıkçı "kano"ları,müzemizin içinde bir kaç örneğiyle yer etmekte.
İlki Piroga. Corto Maltese-Bir tuz denizi şarkısında karşımıza çıkan bu Batı Afrika'ya özgü oldukça küçük balıkçı "kano"ları,müzemizin içinde bir kaç örneğiyle yer etmekte.
Bir de Hopi Kızılderililerine ait Katsina ya da Kachina denilen, doğanın çeşitli elementlerinin ruhuna sahip olduğu inanılan ve çocuklara eğitimsel amaçlı verilen "bebekler" var. Aynı zamanda dini danslar açısından anlamları var. Mesela ortadaki pembe surat "Ayı Kachinası". Vallahi bilerek seçmedim. En güzel bunu çekmişim. Demek ki boşuna dememişler kan çeker diye!Özelliği ise liderlik.
İkinci müze sevinç çığlıkları atmama (içimden tabii) neden olmuş Uzakdoğu sanatı müzesi ki aslında şu anki düzenlemesiyle tamamen japon sanatı müzesi denebilir. Tam kapıdan girdim, bir fotoğraf çektim ki, belalım bekçiyle göz göze geldik. Daha doğrusu ben gözüne baktım da onun gözü nereye baktı o kadarını bilemem. İtalyanca aksanıyla "Yassah gardeşim yassah" dedi. Biraz kıl oldum ama bir yandan da seviniyorum. Fotoğraf çek çek nereye kadar? Allah sizi inandırsın vallahi kendim için çekiyorsam! Yapı tamamen dikdörtgen, merdivenlerle birbirine bağlanmış asma katlardan oluşuyor. Bu müze, eserlerin bir çoğunun sergilendiği camlı bölmelerin içerisine iki bardak ya da koca bir kap su koyarak ambiyans olarak tam anlamıyla yurdumun başka bir köhne müzesiyle kardeş olabilme şansını yakalamıştır. Çocuklar için de miniminnacık bir bölüm yapmışlar. Duvarda MOMOTARO'yu anlatan japonca italyanca resimler. Müzede geçirdiğim zamanın 1/3'ünü bu hikayenin başında harcamışımdır. Aylar sonra yaptığım bu japonca egzersiz, çok yakın bir tarihteki ezber sanatının vereceği acı günlerin habercisi olmuştur. Yine uyuz görevli tarafından psikolojik olarak rahatsız edilince biraz da müzedeki eserleri incelemeye başladım. Müzenin sergilediği eserler arasındaki çeşitli dönemlere ait Buda heykelleri, fenerler, japon usulü incik boncuklar, Gigaku, Bugaku, Gyoudou, Tsuina, Nou tiyatrolarına ait maskeler ve tabii ki sıkı durun samuray kıyafetleri (tam kıyafet ve sadece başlıklar olmak üzere) beni o filmden şu animeye savurdu gitti. Bu sefer kendime gelmemi sağlayan şey, önümde duran, siyah beyaz çizgiler içerisine saklanmış ejderhaların seyrü sefer ettiği resimle, öğleden önce kalede takılırken gördüğüm gong'un, uzun yıllar önce Susam Sokağı'nda seyrettiğim bir bölümü hatırlatması olmuştur. Gong'a vuran çinli kukla "tabloda kaç ejderha görüyorsun" sorusunu her sorduğunda,1-2-3 diye hep beraber saydığımız o günler ne kadar da uzakta kalmış değil mi?
Şu sıralar müzenin en üst katında japon sanatında hayvanlar başlıklı bir sergi de mevcut. Hokusai veyahut Utamaro gibi ustaların bir iki eseri şubata kadar görülebilir. Elini çabuk tut japon hayvanları dostu. (İç sesim çığlıklar atmaya devam etmektedir;Kappa gördüm kappa gördüm).
Bir yazımı daha "işte böyle" diyerek kısa yoldan bitirirken yine de her gezinin ben de bıraktığı hissin; evceğizimde oturup elceğizimle yaptığım kekleri yemek, ya da postumu(polar olarak da bilinir)giyip kış uykusuna yatmaktan başka birşey olmadığını eklemeden geçemeyeceğim.
1 yorum:
İki kelam ile ahkam aynı cümlede olmamış.Cahilliğimi burda ifşa edeyim bari!
Yorum Gönder